Siyer ve Hadis'lerin yazılması ya da ihtiyaçtan dolayı tekrar
ortaya çıkması konusu, klasik İslam tarihçileri'nin anlatımında geleneksel
Mezhepçi bakış açısıyla yanlı ve eksik ifade edilmiştir. 20. yüz yıl başlarında
ki batılı bilim İnsan'larının, İslam mezhep tarihini yeniden okumaları ve mezheplerin
oluşumunu tamamen siyasi zemine oturtmaları üzerine, 20. yüz yıl yeni nesil
İslam din adamları, konuyu orta yolu bularak gelenekçi İslami bakış ile gerçek
tarihsel verileri uzlaştıran bir yorum geliştirmek zorunda kalmışlardır. Son
nesil İslam din adamlarından bazıları (kendi inançlarına göre), İslam'ı efsane
ve hurafelerden kurtarmak adına batılı bilim İnsan'larının görüşlerine daha
yakın ve gerçekçiliğe paralel olabilecek yazımı yapmışlardır. Tüm bunlara
rağmen ileride özetle de olsa anlatılacağı gibi, günümüzde İslam bir çok
gerçeği hala red etmek zorunda kalmakta, yada red edemediği noktalarda konuyu bulandırarak
kapatmaya çalışmaktadır. İslam düşünce tarihi'nin oluşum dönemi olarak
adlandırılan ilk 3 yüz yıllık dönem, aynı zamanda salt Kuran vasıtasıyla
İslam'ın yaşanamıyacağı ve yönetilemiyeceğinide ortaya koyan bir dönemdir.
Konuyu daha iyi anlayabilmek için sosyo politik, sosyo
kültürel ve sosyo ekonomik konuların, İslam öncesi ve sonrasını, bunların
Muhammed ve ardılları üzerindeki etikilerini bilmekte fayda var. Tarih siyasi
mücadeleyi, kültürel ve ekonomik nedenlerle birlikte siyasetin ayrılmaz bir
parçası olarak ele almayı gerektirir. Tarihte 19. yüz yıl sanayi devrimine kadar
din her şeyin içinden çıktığı tek kaynak olmuştur. Siyaset'te tanrının verdiği
yetkiyle, gene tanrı adına ve onun emrettiği kanunlar doğrultusunda egemen din
anlayışına uygun olarak yapılmıştır. Özellikle İslam, tamamen din adına yaşanan
ve yönetilen bir sistem ve siyasetinde kendisi olarak, toplumları her alanda
yönetmek için oluşturulmuştur. Bu nedenle siyaset denilen hegomonya mücadelesinin
de baş argümanı olarak, günümüz din ile devlet işlerini ayrıştırma gayreti
içerisindeki islam din adamları ile gelenekçi kanadın, ilk Müslüman'ların
iktidar kavgalarını dinsel bir argümana oturtma kaygılarını, kerhen siyasi bir
oluşum ve dinden sapma olarak ele almaları yanlıştır.
İslam'da siyasi egemenlik mücadelesi 4. Halife Osman'ın
döneminde ortaya çıkmış bir sapma olarak, ilerleyen süreçte kader meselesi ile
birlikte bazı din adamları ve bilimcilerince dile getirilmiştir. Halbuki tüm
Dünya'da olduğu gibi Arap yarımadasında da İslam öncesi ve sonrasında siyasi
egemenlik hayatın tüm alanında etkin bir rol oynamıştır. Mekke'nin Kureyş
öncesi egemen kabilesinin içine düştüğü siyasi egemenlik kavgası, onu güçsüz
düşürerek partileşmeye ve bölünmeye iterken sonunda yenilmiş, egemen olan
Kureyş kabilesi de göçebe hayattan yerleşik hayata geçişte ve yeni kurdukları
sisteme adapte olurken, kurucu ata Kusay'ın ölmesi ile birlikte kabile de günümüze
kadar gelecek olan siyasi egemenlik kavgasıda başlamıştır. Kusay'ın ölümü ile
Muhammed'e kadar olan dönem arasında özellikle ticareti ve din'i kontrol eden (eşitler
arasında birinci olan) kişi kabilenin'de fiili lideri olmuştur. Aslında din'de
ticaretin bir parçası ve aynı zamanda Hicaz bölgesinde siyasi ayrıcalık için
kuvvetli bir araçtır Kureyş için. Bölgenin göçebe kabilelerinin yaşam
alanlarının sınırındaki ticaret ve dini hac merkezleri her kabileye bölgesel
etkinlik sağlarken, aynı zamanda bu din ile ticaretin ve bunlara paralel
siyasetin uygulandığı yerler olmuştur.
Bu ortam içerisinde Kusay'ın iki oğlu'nun başlattığı
egemenlik mücadelesi günümüze, klasik anlatımla Haşimi, Emevi mücadelesi olarak
gelmiş olsada, bunları destekleyen Kureyş içerisindeki akraba aşiretler, iki
ayrı kamp olarak tarih sahnesinde bu mücadele içerisinde yerini almıştır.
Aralarındaki anlaşmazlıklarda tıpkı ardıllarında olduğu gibi kısmen yada
tamamen dinsel bir içeriğe dayanmaktadır, örneğin Mekke'ye gelen hacılara
yönelik ticari ve dini uygulamalar bu iki aşiretler partisi arasında en büyük
ihtilaf konusu olmuş ve bu konuda yapılan andlaşma genç Muhammedi oldukça
etkileyebilmiştir yaşamında. Gene bu yeni arayışların yaşandığı İslam öncesi
dönemde 1. Osman'ın liderlik yarışında Kureyş içerisinde mücadelesi gibi
bireysel mücadeleleride göz ardı etmemek gerekir. Bu ve benzeri egemenlik beklentileri
olan şahısların, daha sonradan Mekke'de mücadele eden politeist iki gruba
muhalif olarak ortaya çıkan İslam haketine katılmaları, döneminde eminim
rakiplerince süpriz olmamıştır.
İslam öncesi kabileler içerisindeki siyasi
egemenlik rekabeti ve hatta Haşimi, Emevi aşiretlerinde olduğu gibi aynı kabile
içerisindeki siyasi egemenlik rekabeti, daha derininde (Ali oğlullarında olduğu
gibi) kardeşler vede kuzenler arası siyasi egemenlik rekabeti İslam sonrasında
da artarak devam etmiştir. Bu rekabete yeni gelişen sosyo ekonomik unsurların
girmesi ile kültürel ve siyasi anlamda bir farklılaşma ve yeni olana uyum
sürecide etken olmuştur. Mekke'de etkin bir güç ve başarı elde etmek bir yana
neredeyse tükenme noktasına gelen İslam, daha doğrusu dini öğretiyi ve vaad
edilen yaşamı topluma sadece teblig yoluyla kabul ettirmeyi başaramıyacağını
anlayan Muhammed, uzun siyasi ittifak arayışları sonucunda, kendi iç savaşları
neticesinde tükenme noktasına gelmiş olan, Medine'li aynı kabileden iki Arap aşiret
içerisindeki muhaliflerle yaptığı ittifak neticesinde, yeni bir yol ve mücadele
alanı açarak tarih sahnesine çıkabilmiştir. İttifakta taraflar yaptıkları
sözleşme ile Muhammed'i Allah adına Dünya'da hükmeden bir lider yani tanrı
elçisi olarak tanımanın yanında karşılıklı yükümlülükleride belirlemişlerdir.
Bu ittifak aslında iki ittifakın yaptığı yeni bir ittifakıda beraberinde
getirmiştir. Medine şehir devletinin temellerini atan bu sözleşme ile Medine'de
yaşayan egemen Yahudi kabileleri ve hamisi oldukları Medine'li aynı kabileden iki
aşirete mensup politeist toplumda dahil olmak üzere, egemenliklerini Müslüman ittifak
ile paylaşmak zorunda kalmışlardır.
Bu noktada Muhammed'in söz konusu toplum içindeki algılanışını
ve tanımını yapmakta fayda var. O dönemde Arap toplumu büyük ölçüde göçebe kabile
geleneği içerisinde, genellikle geçimini hayvancılık, avcılık/toplayıcılık,
yağma ve talan ile kazanan ve büyük çoğunluğu ilkel komünal kabile yaşantısına
sahip kabilelerden oluşmaktadır. Bu yapılanma içerisinde Hicaz'da sadece Mekke,
Medine ve Taif şehirlerinde yarı göçebe olarak yaşayan kabileler, kısmen medeni
Dünya'ya benzer bir siyasi ve entellektüel yaşam sürmekle beraber, onlarda
kuzenleri gibi yazılı medeniyetten uzak bir sözlü kabile yaşamı içerisindedir.
Kureyş, Muhammed'in dedesi Haşim'le birlikte yerel ticaretin yanısıra, zengin
kuzey ve güney ülkeleri ile doğrudan ticaret yapmaya başlayarak, sermaye
birikiminin yanında söz konusu toplumlardan etkilenerek sosyo kültürel ve sosyo
ekonomik bir değişime girmeye başlar. Özellikle Mekke'de bu ortam içerisinde
Hıristiyanlıktan da etkilenen bir entellektüel düşünce hayatı ve din arayışı
yeşermeye başlamıştır.
Böyle bir ortamda Muhammed 20'li yaşlarının başına kadar
Dedesi ve Amcasının himayesinde, kabilesine ait dini ve ananevi inanç sistemi
içerisinde yaşamış, siyasi ve sosyo ekonomik yaşama girmesi ile birlikte
özellikle Mekke merkezli din anlayışındaki iki politeist mezhepten uzaklaşarak,
ilk önce Hıristiyanlarla yakınlaşmış, bu ilişkisi neticesinde Mekke Hıristiyan toplumunun
liderinin zengin tüccar yeğeni ile evlenmiş ve bu sayede ekonomik sorunlarını
aşarak yaşamında ilk defa kabilesi içerisinde saygın bir yer sahibi olmuştur.
Bu süreçte arkadaşı olan ebu Bekir ile birlikte Kureyş dini mezheplerine
muhalif bir ittifakta yer almıştır. Özellikle yaptığı seyahatlerde dahil olmak
üzere, gelişen sosyo politik entellektüel yaşamında belli bir kesim içerisinde yeni
bir din araşıyı boy göstermiş ve Hıristiyanlık ile Mekke politeizminin karışımı
olan bir din anlayışına ulaşmıştır. Arap kabile hukukuna uygun olarakta 40
yaşında, (çocukluğundan beri duyduğu sesler ve gördüğü halüsinasyonların
tanrısal seçilmişliğin sonucu olduğu kanaatinden yola çıkarak ve belkide yakın
çevresininde bu olayları benzer şekilde yorumlayarak teşvik etmesi ile)
peygamberlik söyleminde bulunmuştur.
Mekke'deki söyleminde, başlangıçta 3 yıl kadar suskun
kaldıktan sonraki ilk bir kaç yıl, tek tanrı kavramından bahsetmeden, büyük
oranda ahlaki ve tanrısal sevgi ile ilgili konulardan bahseden Muhammed, kendi
kabilesinde karşılaştığı direnç arttıkça söyleminide aynı oranda
sertleştirerek, kendisine muhalefet edenlerin yaşarken ve öldükten sonra kesin
cezalandırılacağı söylemine ulaştı. Mekke'de başlangıçta o tanrının dinini
Kureyş kabilesine teblig etmekle görevli, tanrı tarafından seçilmiş, yüksek
ilahi vasıflara sahip seçilmiş İnsan iken, gördüğü dirençle birlikte Kureyş
dışına çıkarak çevredeki diğer kabile ve aşiretlere yönelen söylemleri ile
birlikte adı tanrıyla birlikte anılan ve onun adına Dünya'da söz hakkına sahip
bir seçilmiş üstün İnsan vasfına sahip olur. Özellikle yok olma noktasına
geldikten sonra, Mekke'deki son 2 senesinden itibaren o artık adı tanrıyla birlikte
anılan ve salt seçilmiş üstün İnsan olmasının da ötesine geçerek artık
İnsan'lara ve Dünya'ya armağan olarak yaratılan, astral seyahat yaparak tanrı
ile görüşen ve ondan aldığı emirlerle gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin de
peygamberi olmakla kalmayıp aynı zamanda Cin'lerin de peygamberi gibi bir çok
ünvanın ve gücünde sahibi olmuştur. O artık tanrının oğlu İsa'ya ve İnsan'lığın
atası Adem ile Arapların ve Yahudi'lerin atası İbrahime liderlik (imamlık)
yapan bir peygamberdir. Aynı zamanda tüm canlılarında tanrı adına efendisidir,
yaşayan ve yaşamayan her şey onun için vardır ve bu ilahi bir yaradılıştır.
Bütün bu tanrısal sıfatlar ve rolün önünde o hala tanrının yer yüzündeki
halifesi olan ölümlü bir varlıktır sadece.
Medine'de durum daha da sertleşince ve müslüman toplumu
ekonomik olarak çok zor zamanlar geçirirken, birde düşmanları arasına Medine'li
politeist Arap toplum ve Yahudi'ler girince, Muhammed'te sertleşir ve o artık
tanrı adına yeryüzünde hüküm veren ve süren kişidir, söylediği ve yaptığı hemen
hemen her şey tanrısaldır ve gene tanrı adına toplumun hukuksal, ekonomik,
sosyal ihtiyaçları başta olmak üzere her konuda tanrı adına kanunlar (fetva)
çıkararak yönetmeye başlar. Sonunda tanrı İslam toplumuna savaşmayı emredince,
o artık aynı zamanda savaşçı ve fatihtir'de. Tanrının yer yüzündeki halifesi
olarak her yerde ve alanda tek söz sahibi ve erkidir. Müslüman'ı ilgilendiren
her şey tanrısaldır ve buna yeni kurulan İslam devleti'nin yönetim esaslarıda
dahildir. Bütün bu yeni oluşum içerisinde Muhammed, İslam'ı yavaş yavaş
Hıristiyan'lığın devamı olan bir anlayıştan ve sonrasında Yahudiliğe göz kırpan
bir yorum olmaktan çıkarıp, zamanla Arap egemen anlayışa sahip bir yapıya
büründürür.
Elbette o dönemde herkesin algıladığı Muhammed'te
farklıdır. Çevredeki Bedeviler açısından o şifacı, tanrısal haber ve hüküm
veren bir rahiptir ilk başlarda, Muhammed'in dağıttığı sadakalar daha çok
tanrısının memnuniyeti içindir ve sonrasında yağma ve talanlardan verdiği
ganimet payı ile o artık emri altına girilmesi gereken büyük bir liderdir.
Artık savaş ganimeti almak için bir çok Bedevi kabile, aşiret ve ferd onun
liderliğine yada tanrısına güvenmektedir. Diğer yandan kabilesinde kariyer
yapmak, yada sınıf atlamak için şansı olmayan, yada kabilesinden kovulmuş olan
bireyler için biat edilmesi gereken kaçırılmayacak bir fırsattır. Bazı
aşiretler içinse o mucizeler gösteren sifacı bir rahiptir ve üstelik tanrısı
diğer tanrıları yenmeyede başlamıştır. Gene bazı kabileler açısından tanrısına
verilen zekat ile bilgi ve şifa alınan, önderliği ile ganimet elde edilen bir
rahiptir. Belli bir kesim içinse o bol bol sadaka dağıtan eli açık bir rahiptir
ve desteklemekle gelecekteki sadakalarında garanti altına alınacağı kesindir.
Genel anlamda Arap geleneğine göre sık sık üstün bir savaşçı lider etrafında
birleşen ve yağma ile talana çıkan kabileler için o ganimet adına etrafında
toplanılması gereken büyük savaşçıdır. Belli bir kesime göre (Müslümanlara
yenildikleri için) kesinlikle iteat edilmesi gereken galip toplumun lideridir,
bu nedenle tanrısına da saygı göstermek gerekir. Her şeyden öte artık o Medine'de
önemli bir kesim için Allah'ın sevdiği kulu ve halifesi olan, kayıtsız şartsız
her konuda iteat edilmesi gereken peygamberdir aynı zamanda, gene aynı kesim
için o her iki Dünya'nın tanrı adına tek hükümranıdır. Bu hükümranlık tanrının
halifesi olarak, tanrı'nın yeryüzündeki halifesi olan İnsan'ların üzerindeki
mutlak egemenliği neticesinde tartışılmaz bir halifeliğin sonucudur.
Medine'ye göçü ile ölümü arasında geçen sürede Muhammed,
gittikçe güçlenen bir ivmeyle Tevrat'ta anlatılan Yahudi kralları gibi saltanat
sürmeye başlar. Siyasi evlilikler ve boşatarak evlendiği evlatlığının eşide
dahil hoşlandığı kadınlarla yaptığı evliliklerle birlikte ( Süleyman'ın
haremine yaklaşamasada), genede dönemi açısından büyük bir hareme ve cariyelere
sahip olur. Mutlak güç sahibi olmasına rağmen hala o eşitler arasında
birincidir Dünyevi hükümranlıkta, fakat bu sorunu tanrısal esin vasıtası ile
söylemine kattığı ilahi kanunlarla aşar. Özellikle ganimet paylaşımında siyasi
manevralar yapabilmek ve yeni taraftarlar kazanmak ve kazanılan yeni
taraftarları memnun etmek adına yaptığı yanlı taksimatlar, döneminde ilk
partileşmelerinde temelini atar. Özellikle Medine'li Araplar (Ensar) Kureyş'in
ardından ikinci planda kalmaktan rahatsız olurlar ve sık sık şikayette
bulunurlar. Dengeleri gözeten politikaları Mekke'yi feth etmesinden sonra
kabilesini gözeten bir politikaya dönüşünce, İslam toplumu başta olmak üzere Arap
yarımadasında memnuniyetsizliğe yol açar ve ilk isyanlarla birlikte henüz
Müslüman olmamış kabilelerle savaşa yol açar. Ölümü öncesinde Muhammed yaşayan
yarı tanrı gibi görülmektedir büyük bir kitle tarafından, genede ölümlü olduğu
ve İslama göre (İslam'ı Arap inanç ve geleneklerine göre şekillendirdiği için)
sonuçta (özellikle yakın çevresince) eşitler arasında tanrısal seçilim farkıyla
halifedir, ölümü sonrası liderlik bir başkasına geçmek zorundadır ve yerini
alacak bir oğluda yoktur. Özellikle Mekke'nin alınmasından sonra yavaş yavaş
kamplaşmalar ve ittifaklar başlar Müslümanlar arasında. Onun ölümü ile birlikte
İslam gerçek anlamda yeni bir yola ve şekle bürünecektir.
Muhammed'in ölümü ile alanen ortaya çıkan taraflar
arası egemenlik savaşı, Ensar'ın iktidarı oldu bitti ile ele geçirme girişimini
(kendi aralarında ikiye ayrıldıkları için aslında başarısız olan) son anda
öğrenen ve Muhammed'in cenaze hazırlıkları devam ederken yaşanan pazarlıklar
neticesinde iktidarı ele geçiren, Kureyş'in zayıf aşiretlerinin ortak seçimi
olan Ebu Bekir'in iktidara gelmesi ile egemenlik savaşı kulislere taşınmıştır.
Bu arada Haşimiler kendi aralarında bir birlik oluşturamadıkları ve seçimi
yapan taraflarca iktidardan uzak tutuldukları için uzun bir muhalif döneme girerler.
Kureyş'in en güçlü aşireti olan Emeviler, yani yenilene kadar İslam'ın en büyük
düşmanı olan Ebu Süfyan liderliğindeki Emeviler, iktidarı talep edecek siyasi
zemine henüz sahip değildirler ve Osman üzerinden muhalefete dahil olurlar. Bu
süreçte Ebu Bekir, tanrının halifesi olan Muhammed'in halifesi olarak (aslında
tanım çok uzundur ve Ömer'in iktidarında kısaltılarak emir ül müminun diye
kullanılmaya başlanmıştır) saltanat koltuğuna oturmuştur. Onun Muhammed'in
halifesi ünvanını alması, dönemindeki savaşlarda İslam birliğinden ayrılanlar
açısından, özellikle Muhammed'in ölümü ile aralarındaki antlaşmanın bittiğine
inanan kabileler açısından da önem arz ediyordu. Ebu Bekir’in kendisine
“Resul’ün Halifesi” unvanını vermesinin geri planında böyle bir düşünce
yatmaktadır. Sonuçta o ve ardılları Allah adına onun dinini yönetmek için İslam
toplumuna lider oldular.
İki yıl süren Ebu Bekir'in iktidarlığında
esas sorun, henüz devlet olamamış İslam birliğinden ayrılan kabileler ve
aşiretler olmuştur elbette. Çoğunlukla kabile ve aşiretler aslında kendi
anlayışlarına paralel olarak, Muhammed ile yapılan akid bittiği için
ayrılmaktadır. Bu arada özellikle yemen ve körfez bölgesi kabileleri yenilerek
biat ettikleri yönetimin güçsüz düştüğünü düşünerek isyan başlatmıştır, bazı
kabile ve aşiret isyanları Muhammed'in hastalanması ile başlamıştır. Muhammed'i
taklit eden peygamberlerin bu savaşlara dahil olmasıyla isyanlar, Medine, Mekke
ve Taif dışındaki tüm Arap yarımadasında büyük bir başkaldırıya dönüşür.
Sonuçta Medine, lokal bir durum arz eden ve bir kaç kabile dışında kuvvetli bir
güç ortaya koyamayan bu isyancıları yener ve elde edilen genimet ve paylaşımı
bazı durumlarda sorun yaratır. Tüm bu süreç esnasında başta Haşimi'ler, Ensar,
Emevi'ler ve kısaca bütün kabileler egemenlik için mücadeleye başlamıştır.
Muhammed'in kızı Fatıma ve onun eşi Ali, ayrıca miras üzerinden Ebu Bekir'e
muhalefet yaparlar. Bütün bu olanların üstüne Ebu Bekir, ölmeden önce Ömer'i
yerine halife adayı olarak bırakınca hırslar keskinleşir.
Ömer'in taraflar arası dengeleri gözeten sert
yönetimi ve muhaliflerin henüz organize şekilde saflaşmamış olması nedeniyle muhalefet
kulislerde yaşamaya devam etmiştir. Ömer isyanların bittiği bir dönemde
içerideki gücü fetihlere yönelterek ganimete dayalı İslam'ın sosyo ekonomik
anlayışını güçlü bir devlet kurmak için kullanmıştır. Özellikle Yahudiler başta
olmak üzere gayrı müslimlerin Arap yarımadasından çıkarılması ve direnenlerin
ganimet olarak elde edilmesi ve Irak, Mısır ve Suriye'nin işgal ve kolonize
edilmeye başlaması ile birlikte, Ömer devrinde ilk defa yeni sorunlar baş
göstermiştir. Ele geçen ganimet para, köle vb. mal olarak o kadar çoktur ki
Araplar birden hayatlarında görmedikleri kadar zenginliğe ve ele geçirilen
yerlerde mevkilere sahip olurlar. Buna mukabil Medine'de sahabelerden oluşan
bir aristokrasi ortaya çıkar ve hiç bir şey yapmadan oldukları yerde
zenginliklerine zenginlik katmaya ve güçlenmeye devam ederler, aslında Ömer'de
gücünü bu yeni aristokrat zümreden ve ganimetten hatırı sayılır pay alan askeri
liderler ile valilerinden almaktadır.
Bütün bu göz kamaştırıcı başarıların
sonucunda ele geçirilen araziler, İslam ganimet anlayışına göre fatihlerin
arasında pay edilmesi gerekirken Ömer, söz konusu arazileri fatihler arasında
dağıtmak yerine tümünün beytülmale ait olduğunu ilan etti. Üstelik bunu
ganimetlerin dağıtılmasına ilişkin açık ayetlerle çelişme pahasına ve kendisine
yapılan itirazlara rağmen yaptı. Bu durum özellikle cihad'a katılan herkesle
birlikte, zayıf aşiretler ve onlara mensup Medine aristokrasisinde söz sahibi sahabeler
arasında memnuniyetsizlik yarattı. Söz konusu uygulama aslında uzun vadede şam
valisi Yezid ve halefi Muaviye'ye yaradı. Neticede devletin kasasına fazladan
ve yeni kaynaklardan para girmeye başladı. Aynı dönemde eyalet başkentleri ile
Askeri garnizonlara atanan valiler ve onların emrindeki yerel halktan gelen
eski devletin aristokratlarından oluşan bürokratlar sınıfı ortaya çıkar. Bu
sınıf haksız kazanç elde etmek için tüm sınırları zorlar ve sık sık şeriatın
dışına çıkmaktan çekinmez. Tüm bu olayların sonucun yenilen ve köle olanlar
başta olmak üzere, İslam devleti içerisinde yaşayan gayrı müslümler ile mevali
denilen sınıflar ortaya çıkar. Özellikle köleler özgür olmak adına Müslüman
olmaya başlarlar, buna mukabil ganimet gelirleri azalan fatihler yani askeri
sınıf bu hareketi önlemek için tedbirler alır. Sonuçta içten içe kaynayan bir
çok sınıf yönetimden memnun değildir ve muhalefet gizli gizli ittifaklar
kurmakta ve örgütlenmektedir.
Bu süreçte halife, (Muhammed'in tek başına
kullandığı) dini, askeri ve siyasi yetkisini eyaletlere atadığı Vali, ordu
kumandanı ve sonradan Kadı olarak adlandırılacak olan dini lidere devreder.
Sonuçta Küfeliler, Basralılar, Şamlılar ve Mısırlılar kendilerine gönderilen bu
din adamları sayesinde ve onların yorumladıkları şekilde islamı öğrendiler ve
şekillendirdiler. Bu durum İslam'daki ilk partileşmeninde başlangıcı oldu. Bir
başka deyişle siyasi görüşler ve dinsel öğretiler aynı anda bu yeni eyaletlere
aktarılmış oldu. Artık Medine'deki muhalefet ve güç dengeleri yavaş yavaş
ilerde etkili olacakları ve mezhepleri oluşturacakları eyaletlere doğru kaymaya
başladı. Her kabile ve aşiret bu yeni eyaletlerin belli bir yerinde yada
tamamında etkin güç haline gelecek etkinliği başlattı. Kabile ve aşiretler
arası egemenlik savaşları eyaletlere taşındı ve güçsüz düşen aşiretler en uzak
eyaletlere göç etmek zorunda kaldı.
Ömer ölmeden önce içinde bulunduğu güç
dengelerini de gözeterek her bir muhalif partiden bir aday olmak üzere 6 kişiyi
(halefini kendi içerisinden seçmesi için) aday gösterdi. Bu adayların öne çıkan
vasfı ise “ilk Müslümanlardan oluşları, Muhammed'e yakınlıkları” ve ''Aşere-i
Mübeşşere’den'' yani henüz hayatta iken Muhammed tarafından “Cennetle”
müjdelenmiş olmaları idi. Bu 6 kişi içerisinde
sultan olmayı en uzun süredir bekleyen elbette Osman'dı. Sonradan Ali'nin
iktidarında ayaklanarak egemenlik iddiası ile ortaya çıkacak ve Muhammed'in
akıllı ve bir dönem siyasetinde içerisinde olan eşi (ve aynı zamanda Ebu
Bekir'in kızı olarak ayrı bir öneme sahip) Ayşeyi'de aralarına alarak iç
savaşın ilk çarpışmalarını başlatacak Zübeyr ile Talha heyetin en zayıf
isimleridir. Heyetteki b. Avf ile Ebi Vakkas aslında daha ılımlı ve geri kalan
toplumu hoşnut etmek için heyete alınmış isimlerdir ve hiç bir şanslarıda
yoktur. Çekişme Haşimiler adına Ali ile Emeviler adına Osman arasında olur ve
heyetteki 4 isim (genel olarak Medine aristokrasisi) dışarıdan
yönetebileceklerini düşündükleri Osman'ı iktidara seçerler.
Osman bir ömür beklediği iktidara
kavuştuğunda neler hissetti bilemeyiz, ancak Emeviler'in bu seçime çok
sevindiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Osman ilk bir kaç yıl Ömerin Hassas
dengeler üzerine kurulu olan atamalarına ve uygulamalarına dokunamadı ama yavaş
yavaş kendi aşiretini devletin her kademesine yerleştirerek kadorlaşmayı
başlattı. 5 ila 6 yıl içerisinde devlet neredeyse tamamen Emevi aşiretinin
eline geçmiştir artık. Bu arada Osman islam kanunlarını açıkça çiğnemekte bir
zorluk görmez, yapılan tüm İslam şeriatına aykırı uygulamalara özellikle Medine
Aristokrasisi ses çıkarmaz, bir kaç cılız ses ise sürgüne gönderilir yada
inzivaya çekilmeleri sağlanır. Artık yeni kurulmakta olan İslam devleti açık ve
alanen Emevi'lerin ihtiraslarını doyurmak için çalışmaktadır. İdarecilerin
haksız kazançları, kötü ve zalim yönetimi İnsan'ları isyana teşvik eder,
unutulmamalıdır ki İslam'a aykırı alınan hukuki kararlar en az bunlar kadar
İnsanları kızdırmıştır. Nihayetinde Osman'ın keyfi uygulamaları, iktidarının
son 5 senesinde alanen tepki çekmesi ve karşı seslerin açık itirazının
duyulmaya başlaması ile birlikte iç savaşın cepheleşmelerinide beraberinde
getirir.
Neticede eyalet başkent'lerinden gelen ve Medine'dekilerle
birleşen, değişik muhalif gruplara üye kişilerden oluşan bir isyan ordusu,
Medine aristokrasisininde desteğiyle Osman'ı iktidardan çekilmesi için tanrı
adına zorlar, Osman iktidarın kendisine tanrı tarafından verilmiş bir hak
olduğunu ve ancak tanrının alabileceğini iddia eder. Bu süreçte Medine
içerisinde, seçkin sahabelerden oluşan Medine Aristokrasisine mensup kişiler,
(ileride kan davası güdülmemesi adına) bir katliamın önüne geçmek için çaba
gösterirken, aynı zamanda söz konusu isyancı grubun uzun bir süre Osman'ı istifaya
zolamak için Medine'de terör estirmesine göz yumar. Bu arada Emeviler hemen
Medine'nin dışında hatırı sayılır bir askeri gücü konuşlandırmış ama olaylara
müdahale etmemiştir. Yaşanan aslında muhalif partilerin güç savaşıdır ve bu da
Osman üzerinden oynanmaktadır. Bir ara Osman'nın (yada yeğeninin) yazdığı bir
teminat mektubu ile Medine'den ayrılan isyancı grubun asli kısmı, Osman'ın
özellikle Medine Aristokrasisini çok sinirlendiren Cuma hutbesi ve Medineli'lerin
Osman'ı taşlayarak evine kovmaları üzerine geri döner. Netice'de Osman iktidarı
bırakmamakta direnince, özellikle Emeviler'in işine yarayacak olan kaçınılmaz
son yaşanır ve 3. halife 2.si gibi bir süikastle kamuoyunun gözü önünde
öldürülür. Osman'ın katli aslında eski bir Arap geleneği olan ve her kabileden
bir kişinin katılımı ile gerçekleştirilen kadim siyasi cinayet geleneğine uygun
yapılmıştır, hatta sonradan Ayşe yolu ile hadis rivayet edilerek tarih kısmen
değiştirilmeye çalışılsada, katilleri arasında kadim dostu Ebu Bekir'in oğlu
gibi çok yakın tanıdıkları ve sahabe vardır aynı zamanda. Medine'de uzun bir
süre kaos hakim olur, Medine Aristokrasisi Osman'a o kadar kızgındır ki
cenazesi uzun bir süre kaldırılmaz ve en sonunda gizlice bir gece yarısı bir
kaç kişi ile kaçırılmak istenirken Medine'liler durumu fark eder ve cenaze
alayını taşlarlar, sonuçta namazı bile kılınmadan Yahudi mezarlığına
defnedilir.
Aynı saatlerde Ali, Peygamberin mescidinde
kendisini tanıyanlarca Halife seçilir. Aynı günlerde Talha ile Zübeyr açıkça
egemenlikten pay isterler, red edilincede başlamış olan iç savaşın da etkisi
ile Mekke'ye geçerek muhalif isyanlarını organize etmeye başlarlar. Herkes şimdi
ortak hareket ederek gerçekleştirdikleri cinayet üzerinden Ali'yi sıkıştırmaya
başlar, Talha ile Zubeyr tıpkı Emeviler gibi Osman'ın katillerinin
cezalandırılmasını isterler. Sahabeler ve kabileler zaman içerisinde ağırlık ve
güç dengelerini eyaletlere kaydırdıkları için gerek Ali gerekse Talha ile
Zubeyr Medine ve çevresinde savaşamayacaklarını anlayınca güçlü olduklarını
düşündükleri eyaletlere çekilirler. İki grup arasındaki savaşı Ali kazanır,
rakiplerinden bir tek Ayşe'nin canını bağışlar. İç savaşın bu ilk muharebesinde
sahabe'lerin büyük bir çoğunluğu ölür. Ali artık açık açık egemenlik mücadelesi
veren Muaviye ile savaşmak için hazırlıklarını bitirir ve Şama doğru ordusunu
yola çıkarır. Muaviye yapılan savaşta ilk defe eski bir Arap geleneğine uyarak
kutsal argümanları kullanır ve savaş alanından yenilmesine ramak kala yaptığı
manevra neticesinde tam olarak kabul edilmemişte olsa halife ünvanı ile
ayrılır.
Bu süreç Ali önderliğinde birleşmiş olan
kabilelerin bazılarının ayrılarak kendi halifelerini seçmeleri üzerine iki
cepheli ve üç ordulu bir iç savaşa dönüşür. Ali kendisinden ayrılanlarla
yaptığı muharebeler neticesinde onları sindirir ve tekrar Muaviye ile halifelik
üzerine savaşa girer ve kaybeder. Ali'nin ölümü üzerine büyük oğlu halife seçilir
ama oda 4 ila 6 ay içerisinde hatırı sayılır bir para bazı siyasi iltimaslar
karşığılında halifeliği Muaviye'ye bırakarak sahneden çekilir. Gerek
Haşimi'lerin içerisindeki liderlik yarışı, gerekse Ali oğullarının kendi
içerisindeki çekişmeler kendi aralarındaki birlikteliği zorlar. Haşimiler
içerisinde iktidarı ele geçirme isteği bir süre sonra Ali'nin ikinci oğlu
üzerinden Muaviye'ye karşı ayaklansada fazla destek bulamadan hungarca
katledilerek sonlandırılır. Artık Emevilerin devri başlamıştır, üstelik Mekke'de
iktidarı kaybettikten yaklaşık olarak 30 yıl sonra, zorla kabul ettikleri
İslam'ın mutlak sultanları olarak.
Muaviye ile başlayan Emevi hanedanlığı ile
birlikte Arap geleneklerine göre ilk defa bir İslam devleti kurulmuştur.
Emeviler güçlerini büyük oranda Arap kabilelerin kendilerine biatından
almışlardır. Bu tarihten itibaren 20. yy başlarına kadar sürecek olan birden
fazla halife'nin aynı anda hüküm sürmesi sürecide başlamıştır. Emeviler
atadıkları valiler aracılığıyla eyaletleri sıkı bir takip altında tutarak,
topladıkları vergiler ile besledikleri bürokrat sınıfı kullanarak iktidarlarını
sağlamlaştırmışlardır. Bu süreçte (öne çıkan) özellikle uzak eyaletler başta
olmak üzere Arap olmayan eyaletlerin her bakımdan sömürülmesi, Mevali'nin
üzerinden bir rant ortamının yaratılması ve asli unsur olan Müslüman'ların Arap
olmadıkları gerekçesi ile Müslüman'lıklarını tanımama ve onlardan daha fazla
vergi alma yoluna gitmeleri neticesinde, halk herkesimden sınıfları ile Emevi
iktidarına karşı sık sık ayaklanmış ve her fırsatta mücadele başlatmıştır.
Emeviler işi o kadar ileri götürürlerki, Arap olmayan yada seçkin bir aşirete
Mevali olarak mensup olmayan Müslüman sayılmamaktadır, bu nedenledirki en büyük
muhalefet ve direnişi ise Mevali sınıfı ortaya koyar.
Ömer'in ganimet üzerinden gelen arazileri
devlete ve bazı seçkin yerel kişilere ayırmasına başlangıçta itiraz etmeyen
askeri sınıf, neticede Emevi hanedanlığın da artık ganimetin en değerli kısmını
ellerinden kaçırmış olmanın verdiği bağımlılık ile sultanın emrine bakar olmuştur.
Bu nedenle sık sık ortaya çıkan anlaşmazlıklar (iç savaşın devamı niteliğinde)
özellikle uzak eyaletlerde ayrılıkçı isyanlara ve kısa süreli bazı
hükümranlıklara dönüşen savaşlara yol açmaktadır. Gene aynı şekilde sık sık
çıkan isyanlarda ganimetin yeniden taksimini isteyen askerlerce eyalet kasaları
yağmalanıyordu. Uzun bir süre Emeviler Suriye, Mısır ve Mezopotamya dışındaki
eyaletlerde açık ve gizli muhalefet ile mücadele etmiş ve bu toprakları ancak
zor kullanarak ellerinde tutabilmişlerdir. Yaklaşık bir yüz yıl süren
iktidarlarında, gizliden gizliye diğer siyasi asli unsurlarla ittifak yapan
Haşimiler'le mücadeleleri devam etmekle beraber, asıl mücadeleyi yeni ortaya
çıkan Mevali sınıfı ile yapmışlardır. Sonuçta iktidarlarını gene Mevali sınıfa
dayalı olarak ortaya çıkan ve Haşimi'lerin iktidara en yakın aşireti olan
Abbasi'lere devrederek tarih sahnesinden silinirler.
Mevali sınıfını ve ortaya çıkışını kısaca
anlatmakta fayda var. Mevali klasik Arap geleneklerine göre; köleyken özgür olan,
eski sahiplerine hukuken bağlı kalan ve o kabile içerisinde anılan yada
Hicaz'da yaşayabilmek yada ticaret yapabilmek için kuvvetli bir kabileden
sığınma ve kısmi vatandaşlık alan kişidir. Ömer ve Ali döneminde uzak
eyaletlerdeki istisnalar dışında mevali toplumu hukuki bir ayrım görmemekle
beraber, Arap geleneklerine paralel olarak fiiliyatta ikinci sınıf vatandaştır.
Emevi iktidarı ile birlikte sayıları gittiçe artan ve köle olarak para eden
kişilerin Müslüman olmasına paralel, maldan zarar ettiklerini gören Arap
fatihlerin Müslüman olmayı zorlaştırması, buna rağmen Müslüman olanların hala
kafir statüsünde tutulması ve vergilendirilmesi hızla yaygınlaşır. Tüm bu
engelleri aşan ve Mevali statüsüne kavuşan kişi İslam toplumunda hala ''abd''
köle ismini taşımaya devam etmiş, kendilerine mahsus camilerde ibadet ve orduda
ancak (en az ganimet elde edilen) yaya asker statüsünü elde edebilmişlerdir.
Mevalinin şeriata uygun olarak ganimet almasını istemeyen Arap'larca, uzun bir
süre her alanda ikinci sınıf vatandaş olarak baskı görmesi, onu farklı muhalif
yönlere ve özellikle isyanlara da sevk etti. Tüm bu süreçte iktidarlar
meşruiyetlerini aldıkları Arap kabilelerini memnun edebilmek için, halkı harac
verir halde tutabilmek mecburiyetinde olduğunu gördü, hattâ bu halk islam
olmuş olsa bile.
Abbasi iktidarı içinden çıktığı Mevali
kültürüne paralel bir seyir içinde yer alır başlangıçta. İktidarını
güçlendirdikten sonra oda Arap geleneklerine sarılır ve Emevi'leri aratmıyacak
bir zorba rejimi dayatır tüm eyaletlere. Emevi'lere muhalif olan gruplar bu
sefer Abbasi'lere muhalefet etmeye başlar, benzer sorunlar ve istekler
gündemden düşmez. Bazı islahat çalışmaları yapılmaya çalışılsada Abbasi dönemi genel
olarak isyanların ve ayrılıkçı savaşların dönemidir. Özellikle uzak eyaletler
tam bir sömürü içerisinde zaman zaman İnsan'lıktan çıkan valilerce mutlak
egemenlikle yönetilir, buna mukabil zamanla Abbasi halifeleri iktidarını
özellikle köle Türkler'den oluşan bir ordu
ile paylaşmaya başlar, onlar artık fiiliyatta sadece Bağdat'ın
yöneticisidirler. O dönemde eyalet valileri için kullanılan terim ''bir eyaleti
yemek veya onu bir dişi deve gibi sağmak'' şeklinde tercüme edilebilir. Neticede
gittiçe güçlenen yeni köle askeri sınıf zaman içerisinde Abbasi'leri iktidardan
devirerek yönetimi ele geçirirler.