21 Ağustos 2012 Salı

İlk Dönem İslam’da ve Öncesinde Adalet Kurumu, Hukuk Algılaması

İslami Hukuk Kurumunun Kökenleri ve Oluşum Sürecindeki Etkenler

İslam öncesi Hicaz bölgesinde toplumsal mutabakat sağlanarak hazırlanmış bir hukuk ve onu uygulayan bir kurum ile gelişmiş bir medeniyetten söz edilemez. Her türlü hukuksal konular kabile /aşiret başkanı yada bir tapınak kahinine danışılarak çözülmeye çalışılırdı. Kabile ve aşiret içi anlaşmazlıklarda gelenekler ve reislerin hüküm vermesi yolu ile bir çözüm üretilirdi. Bölge popülasyonu çoğunlukla kabilelerin göçer yada yarı göçer yaşantısı içerisinde yaşadığı için yerleşik bir toplumun gerekesinimi olan medeniyettende uzaktır, özellikle Yemen’de yaklaşık 9 yüzyıldır süren bir medeniyet vardır, fakat 5. Yüzyıl ortası ile 6. Yüzyıl ortasında yaşanan Habeşistan’la savaştan galip çıkan Habeşliler’le birlikte kısa bir süre devam eden ve yıkımla sonuçlanan süreçte Yahudi ve Hıristiyan inancına sahip site devletlerde yaşayan (nispeten medeni) bir toplum olmakla birlikte, Bizans ve Pers İmparatorluklarının vassal devletleri olan Kuzey kabilelerin hakimiyet alanları dışındaki bütün Arap Yarımadası neredeyse primatif bir yaşam sergilemektedir. Bu şartlar altında kısas ve güçlü olanın tahakkümü en yaygın rastlanan adalet yöntemidir.  Özellikle küçük ve zayıf aşiretler ile bölgeye dışarıdan gelen yabancılar, can ve mal güvenliğini sağlayacak bir kurum ve yasa olmadığı için geleneksel yöntemle eman ederek yani bir kişi yada kabilenin korumasına sığınarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Savaş ve kan davalarında problemin çözülmesi için sık sık tanrılara hakemlik yüklenerek hukuksal sonuçlara ulaşılması, yada bireylerin tanrıların himayesine girerek can ve mal güvenliğini sağlamasıda bölgenin eski gelenekleri arasındadır. Uygulamada genellikle belli bir sayıdaki oklar üzerinden sorulan soruya karşılık çekilen okun üzerindeki yorumun tanrının emri olarak kabul görmesi sık rastlanan bir durumdur. Kahin tanrının sözcüsü olarak günlük ihtiyaçlar dahil her türlü soruya yada anlaşmazlığa çözüm bulmakla mükelleftir. Gelecekten haberler vermek vb. gibi hizmetlerin dışında kahinler için en önemli görev toplumsal uzlaşma adına hukuksal kararlar vermektir, çoğunlukla ihtilaflı kişilerin problemlerini çözerler, kahinlerin kararları tanrısal bir emir oldukları için bağlayıcı olmakla birlikte, özellikle kan davaları gibi kronik sorunlarda güçlü kabile üyelerince kabul görmeye bilmektedir.

Bütün bu geleneksel ve tanrısal primatif hukuk uygulamalarının kökeninde Orta doğunun binlerce yıllık birikimi vardır. Özellikle Hukuk ile şeriatın aynı şey olduğunu unutmamak lazımdır. Tapınaklarda kullanılan fal oklarının kökeni Sümerlere kadar gider, Babil esaretinden kurtulan Yahudilerin Monoteist bir dine doğru yaptıkları kültürel yolculukta’da karşımıza çıkar fal okları yada kader tabletleri (Önceki dönemde Babil’de göğüs üzerinde taşınan tılsım görevide gören tabletler, Musaya ait tanrısal emirlerin yazılı olduğu tabletler vb.), Tevrat içerisindeki bir çok hikayede lokal tanrıların savaşlarını yada fal okları ile kader tabletlerinin (İslam’da bu inanç Levhi Mahfuz olarak devam etmiştir) varlıklarını görürüz. Kahin İbranice Kohen, Aramca Kahen’le aynı anlamdadır, köken olarak aynı oldukları düşünülmekle birlikte Kohen daha önce falcı anlamında kullanılmıştır, tanrının hizmetinde rahip statüsünde olan kahinler, tanrısal esin ile konuşur ve fikir verirlerdi, Arap politeist din inancında kahinlerin danıştıkları yada yardım aldıkları eski yarı tanrılar olan cinlerede inanılırdı. Monoteist din içerisinde kahinliğin yerini rahiplik almıştır.

Kanunların kabul görerek uygulanabilmesi için sadece egemen gücün var olması yetmez bölge toplumları için, nasıl ki egemenlik tanrı kökenliyse kanunlarda tanrı kökenli olmak zorundadır. M.Ö 21. Yy’da yazılmış olan Hamburabi kanunlarının ön sözünde, içerisindeki hükümlerin Tanrı Marduk tarafınan yazdırıldığı belirtilir, rahip kral Hamburabi’nin oteritesi ve egemenliği tanrı tarafından onaylanmakla kalmaz aynı zamanda kutsanırda. Geleneksel kuralların ilk defa örgütlü bir hukuksal metin haline getirildiği Hamburabi döneminden sonra geliştirilen bu hukuk söylemi, zamanla Monoteist dinlerin öncülü olan Yahudiliğin’de içerisine girmiş ve eski Tevrat metinlerindeki bir çok konuda yer almıştır.

Orta Doğu’da o dönemde Arap yarımadasının kuzey doğusunda Pers imparatorluğu ve kuzey batısında Doğu Roma imparatorluğu iki süper güç olarak varlıklarını sürdürmektedir. Büyük Roma imparatorluğunun Kuzey Afrika topraklarında ise yer yer Doğu Roma imparatorluğu hüküm sürmekle birlikte bir çok bölge otonom yönetime sahiptir. Bu iki büyük İmparatorluk gelişmiş bir medeniyet üzerinde hukuk sistemine ve kurumlarına sahip olarak yaşamaktadırlar. Hukuksal sistemlerinin kökenleri Sümer’lere dayanmakla birlikte o dönemde, var olan kuralları düzenleyen ana faktör hakim devlet dinleri ve geleneklerin baskın şeklidir. Özellikle İslamiyet’ten önceki yüz yıl boyunca Hicaz bölgesi değişen ticaret yollarının ortasında kalarak gelişmeye başlayınca, kültürel egemenlik savaşlarınında merkezi olmuş ve Arap yarımadasının doğusu Pers’lerin batısı ise Roma’lıların ticari ve siyasi/kültürel sömürgesi olmuştur. Bu savaşların en önemli faktörlerinden biriside din olmuştur, bölge halkının gelişmemiş kültürel yapısı nedeniyle ihraç edilen dinler sadece şehirlerde (Aslında irice bir köy demek daha doğrudur) ve kıyı bölgelerinde kök salmıştır. Bütün bu süreç içerisinde bu iki kültür ve din dışında medeniyet kurmuş ve kendi hukuk sistemini uygulamış olan yeğane toplum Yahudiler olmuştur.

Yahudiler köle olarak götürüldükleri Babilde, kendi kültürlerine adapte ettikleri Babil kültürüne paralel olarak bu yeni din ve siyasi yaşam şeklinden başka Hamburabi’nin yazılı hale getirdiği ve M.Ö 3500 yılına kadar geriye giden ve Arkeolojik verilerle doğrulanan bir geleneksel hukuk sisteminide kendi yaşamlarına sokmuşlardır. Yahudi hukuku denildiğinde, Tevrat ile onun açıklayıcısı durumundaki (İslamda var olan sünnet/hadis uygulaması gibi) Talmud ve onların yüzyıllar boyu yapılmış şerhleri anlaşılmalıdır. Var olan hukuk kuralları Zerdüşt, Yunan, Babil hukukları ile aynı yada büyük bir benzerlik gösterir. Yahudilik’te olan bazı hukuk maddelerini ve öncesi ile sonrasını birlikte örneklemekte fayda var;
1-Yabancı köleler isterse bedelini ödeyerek kendisini satın alabilir, yakınları fidyesini ödeyerek köleyi serbest bırakabilirler, bu da olmazsa jübile senesi (elli yıl sonra) âzâdlanır (Levililer 25/47-54). İslamda jubile senesi üzerine kesin bir hüküm bulunmamakla birlikte muhalif ve asimile olmayacak köleler dışında kalanlar, sahibinin isteğine göre azad edilirken,  Osmanlıda bu konu beyaz köleler için 7 ve siyahi köleler için 9 yıl sonunda azad etme şeklinde tavsiye edilmiştir. Bedelini ödeyerek kölenin özgür kalması kuralı Babil ve Hitit dönemine kadar yazılı olarak geri gitmektedir.
2-Kölesini dövüp, meselâ gözünü çıkaran veya dişini kıran kimse keffâret olarak onu âzâdlayacaktır (Çıkış 21/26-27). Benzer uygulama İslamda da aynen yer almıştır. Hamburabi kanunlarında özgür birisi köleye kalıcı hasar verirse bunun karşılığında para öderdi, kalıcı hasarı bir başka köle yapmışsa kısas uygulanır ve aynı hasar onada yapılırdı.
3-Anne ve babaya iyi davranmak, onlara itaat etmek şarttır. Bir evlâd böyle davranmazsa, anne-babası onu şehir dışında bir yere götürüp şehrin ihtiyarlarına çocuklarının kötü ve âsi olduğunu, söz dinlemediğini, içkiye mübtelâ olduğunu vs. söyler, şehrin bütün sakinleri onu recm ederek (taşlayarak) öldürürler (Tesniye 21/18-21). İslâmda çocuk, anne ve babaya itaatle mükelleftir. Ama bu mükellefiyeti yerine getirmeyenler için (nafaka dışında) yaptırım öngörülmüş değildir. Aynı konuda Sümer tabletlerinde geçen ifadelere göre çocuk anne ve babasına itaat etmek ve iyi davranmak zorundadır, aksi durumda tanrılar tarafından lanetlenir ve toplum tarafından cezalandırılır.
4-Ayrıca kadınlar, kendilerine nikâh, düşen erkeklerden kaçacaklar ve güzelliklerini, ziynetlerini onlardan saklayacaklardır (Tekvin 24/65; İşaya 3/16-24). Benzer uygulama İslamda da vardır, özellikle hicap olayı ile birlikte bu saklanma konusu tamamen kadının örtülmesi ile son bulmuştur.
5-Bir adam babasının karısını almayacaktır (Tesniye 22/30; Levililer 18/8). Bir kimse, annesi, kızı, torunu, gelini, kızkardeşi, kardeşinin kızı, halası, teyzesi, yengesi (amcasının ve kardeşinin karısı), kayınvalidesi ile evlenemediği gibi, bir kadını (baldızı) kızkardeşinin üzerine nikahlamak da yasaktır. Kızkardeşiyle evlenenler öldürülmeyi hak eder (Levililer 18/6-18). İslamda da yasaklar aynıdır, aksi durumlar zina olarak cezalandırılmaktadır.
6-Bir erkek karısını zinayla suçlar, ancak şâhid tutamazsa bu takdirde kâhin huzurunda lânetleşerek  ayrılacaklardır (Sayılar 5/11- 31). Lian denilen bu müessese İslâm hukukunda da vardır  ve nesebin reddi yoludur. Aynı konu Sümer hukukunda da benzer durumda tapınakta rahip ve tanrıların huzurunda lanetleşerek ayrılacakları yönündedir, aynı tablette boşanma ve ayrılmaların yazılı ve şahitlerle birlikte akid altına alınmış olması şartı vardır.

Hırıstiyanlıkta hukuk, köken olarak ağırlıklı şekilde Roma hukukuna dayanmakla birlikte Yahudi yada İslam hukukunda olduğu gibi Kutsal kitaplarında ve onu açıklayan şerhlerinde detaylı yer almış değildir, daha çok kilise kökenli bir kanonik hukuk söz konusudur, var olan hukuk kuralları Yahudi, Zerdüşt, Yunan, Babil hukukları ile aynı yada büyük bir benzerlik gösterir. İslam tarihinde Hicazdaki Hırıstiyan nufüs doğru ve geniş bir şekilde bahsedilmez, bazı siyer kitaplarında fazla detaya girmeden bahsedilen bu geçmişin ardında, Muhammed’in Mekke dönemi yaşamı içerisinde ve doğal olarak ilk dönem İslamın teorize edilmesi ve oluşumunda oynadığı rolü silebilme gayreti yatar. Sanılanın aksine Hırıstiyan inancı ve şeriatı, İslamı Medine dönemindeki Yahudilik inancı kadar etkilemiştir.

Mekke’deki Hırıstiyan nufüs siyasi olarak etkin bir güç olmamakla birlikte, yerleşik bir görünüm sergilemektedir. Çevresindeki Hırıstiyan site devletleri ve sınır komşuları olan Hırıstiyan devletleri ile sıkı ilişkide oldukları hatta dini ve siyasi temsilcileri koruyup aralarına kabul ettikleri bilinen bir şeydir. Hırıstiyan inancın Mekke’de görünen şeklinde en büyük payı Kabe içerisindeki duvarlarında yer alan İncil kökenli resimler almaktadır, bu ikona ve resimlerin haricinde Meryem ve İsa tasvirli heykelde kabe içerisinde yer almaktaydı, Muhammed Mekke’yi fethedince İsa ve Meryem tasvirli 3 resim dışındaki bütün Hıristiyan resimlerini ve heykellerini yok etmiştir. Çevredeki Necran gibi piskoposluk merkezleri dışında Hırıstiyanlık adına Mekke için en büyük kazanım Varaka b.Nevfel adlı, Muhammed’in ilk eşinin kuzeni/dayısı olan (aynı zamanda nikah şahidi ve Muhammedin bu evliliğinin gerçekleşmesi için büyük çaba harcayan iki kişiden birisi) ve eski ahit ile yeni ahiti (İncili) Arapçaya çeviren kişidir. İslamın öncesinde gerek Muhammedin evinde gerekse kendi evinde sık sık Muhammed ve eşi ile birlikte dini sohbetler yapan bu kişi, doğal olarakta Pre-İslam düşüncesininde (Hırıstiyan olan) ilk mimarıdır. Muhammed’in Mekke yaşamındaki savaştan uzak ve sadece dinsel çağrıya dayalı İsa benzeri yaşamının kökeninde 15 yıllık bu öğrenim süreci rol oynamıştır.

Bütün bu özetle sayılan hukuk sistemlerinin Arap yarımadasındaki yansıması, sadece belli başlı birkaç köy irisi şehirde yarı yerleşik yaşam süren tüccar/savaşçı olan, bölgeye göre elit sınıfın etkilenmediğini düşünmek yanlış olur. İlk belirtiler Muhammed’in zeki dedesinin Kuzey kabile ve ülkeleri ile yaptığı ticari antlaşmalar neticesinde, kuzenleri olan diğer aşiretlerinde benzer faaliyetlere girmesi ile hız kazanmıştır. Muhammed’in öncesinde ve çocukluğunda kurulan bir takım siyasi örgütlenmeler temel olarak ticareti ve bölge güvenliğini esas alsada merkezi bir devlet yapılanmasının bilinçli arayışlarınında temellerini oluşturmuştur. Bütün bu etkileşim ve iç içe geçmiş ilişkiler neticesinde bölge halkında (şehirli tüccar/savaşçılar) diğer toplumlarda olduğu gibi bir devlet ve yaşam beklentisi ve arayışı oluşmuştur. Bölgede yaşanan savaşlarda bunun göstergesidir, tıpkı Kureyş kabilesinin Mekke’deki hac ticaretinden maksimum kazanç elde etmek için bir takım kuralları dayatması gibi, yada çevredeki Bedevi kabilelerinin yağma ve fidye amaçlı savaşları gibi etkenler, merkezi bir devlet ve hukuk arayışınında en büyük etkenleri olarak bu savaşların büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Entelektüel denilebilecek ve sayıları bir düzüneyi bulmayan belli bir kitlenin bu sürece dinsel arayışıda dahil ettiğini biliyoruz.

İşte bu şartlar altında Muhammed dinsel egemenliğine dayalı bir yapılanma kurma aşamasında, dinsel önderlik öncesi yaşamındaki tüccar olarak yaptığı seyahatler ve sonrasında dinsel önder olarak yaptığı seyahatler esnasında ilgi alanına yönelik bilgi birikimine sahip olmuştur. Burada yarımadanın en büyük özelliği olan ve ticaret ile dinsel hac ritüelini birleştiren bir sistemi bilmekte fayda vardır, bölge halkı olan kabilelerin göç ve etki alanlarına göre, belli merkezlerde ve yılın belli dönemlerinde kabileler bir araya gelir ve ticaret yaparlardı, bu aynı zamanda hac için zorunlu bir tatildi. Muhammed bu seyahatleri esnasında bölge halkının dinsel inaçları ve gelenekleri hakkında büyük bir bilgi birikimine sahip olmuştur. Mekke’deki dinsel söylemlerinde daha çok inanca yönelik konuları gündeme getirirken, Medine’de ise daha çok (devlet egemenliğine dayalı bir liderliğe soyunurken) karşısına çıkan hukuki (ahkama dair) konular için söylemler geliştirmiş ve ortaya koymuştur.

Muhammed’in tüm yaşamı boyunca diğer geçmiş dinsel liderler gibi, içinde bulunduğu toplumu bütün kurumları ve inançları ile birlikte kökünden değiştirmek gibi bir amacı olmamıştır. İçinde bulunduğu siyasi ve dini elit tabakanın, toplumu kendi yapısallığı içerisinde değiştirme gayretine oda aynen uymuştur, böylece toplumlar sosyal yapılarını tehdit etmeyen yada tehdit olarak görülmeyen değişiklikleri daha kolay kabullenebilmiştir. Muhammed (klasik şekilde) ‘’bozulmuş’’ bir dini yapıyı düzeltmeye gelmiş bir dini lider olarak, devrimci bir lider gibi eskiyi yıkıp yerine yeni koymak yerine, ‘’kurucu peygamber’’ olarak mevcut dini/siyasi sistemle çatışma içerisinde olmuştur, doğal olarakta yerel egemenlerlede her alanda çatışma içerisinde yer almıştır. Bu nedenle İhvan-ı Safa bu yaşanan süreci toplumun sosyal evriminde tanrısal zorunluluktan kaynaklanan bir gereklilik olarak tanımlamıştır. Dihlevi ise bu tanımı dahada belirgin olarak <peygamberler gönderildikleri milletin sosyal yapısında ve kültüründe getirdikleri şeriata uygun olan şeyleri kabul ederler. Eğer uygun olmayan bir durum söz konusu ise, “onların alışageldikleri şeylerin dışına tamamen çıkılmaması, aksine onlara yakın ve benzer durumlara ya da onlarca sâlih olarak bilinen zevata aitliği bilinen davranış biçimlerine geçilmesi gerekir.”> şeklinde açar, gene Dihlevi’ye göre ibadetler bile yepyeni uygulamalar değil, ya zaten mevcut olan ya da onlara benzer olan uygulamalardır.

Muhammed Mekke’deki inanca dayalı söylemlerinde de büyük oranda tek tanrılı Hırıstiyanlık ve Yahudilikten farklı olarak, (bu bilgilere ilaveten) Mekke kökenli Allah adlı tanrıyı tek tanrı olarak kabul etmesi ve kendi kabilesinin köken olarak ilk tek tanrılı din kurucusu kabul edilen İbrahim ile akrabalık bağlantılı söylemi ile ayrılmıştır. Söylemlerinde yerel inançların aslında daha önce İbrahim ve onun soyundan gelen peygamberler tarafından ‘’Allah’ın’’ şeriatının bozulmuş şekli olarak uygulandığını, doğrusunun bizzat Allah tarafından kendisine bir melek aracılığıyle öğretildiğini belirtmiştir. Bu nedenle değiştirilmesini yada kaldırılmasını istediği eski hukuk kuralları, adet ve geleneklerin dışındaki bütün sistemin devamını sağlamıştır. Mekke’deki İslam hukuku (Yaklaşık 13 yıllık bir süreçte Kuran’ın 3/1’ine yakını ortaya çıkabilmiştir) ağırlıklı olarak dinsel inanç ve ahlak üzerine (Mekke’de ortaya çıkan hukuk kuralları hem çok azdır hemde genel ve derinliği olmayan bir karakter sergiler) yoğunlaşmıştır, küçük ve içinde bulunduğu toplumda etkin bir güç oluşturmayan bu kitlenin inancı için öncelikli konu meşruiyetini ispatlama çabası olmuştur. Meşruiyetin temelinide yerel inanç ve adetlerin yeniden yorumlanarak, tek tanrılı dinlerle harmanlamasından oluşan ve ‘’yaratıcı tanrı’’ eksenli dinsel yaşam şekli oluşturmuştur.

Muhammed’in İslam öncesi Arap toplumunun bazı uygulamalarını red ederken bazılarını kabul etmesi Mekke’de onu istediği şekilde yaygın bir dinin lideri yapamamıştır. İlk başlarda gizli olarak ve sonrasında açıkça yaptığı yeni dine davet esnasında toplum karşısında yepyeni bir imajla çıkmış birisini değil, aksine mevcut inançları kısmen reformize eden bir kişi görmüştür. Günlük yaşamı dahil hiçbir değişiklik göstermeden, tıpkı İsa gibi tanrının emirlerini açıklamak için çalışmıştır. Muhammed’in istediği değişiklik ve önderi olduğu dine katılım için Medine’ye siyasi ilticada bulunması ve İsa tarzı dinsel tebligden vaz geçerek daha önceki Yahudi (rahip/kralları) peygamberleri gibi savaş ve etkin siyasi taktikler izlemesi gerekmiştir. Bu zorunluluğun olabilmesi için ilk önce kabilesinde lider olan amcasının ölmesi ve yerine daha hırslı ve zeki olan kuzeninin geçmesi ile birlikte değişen siyasi şartların sonucunda, elit bir kitlenin mevcut sistemden olan kazancını tehdit etmesi bir yana, yeni egemenlerin legalitesini ve meşruiyetinide tehdit ediyor olması söz konusu siyasi göçün en büyük nedenini hazırlamıştır. Siyasi ilticanın temelinde, Medine’de yaşayan ve egemenlik iddialı kendi aralarındaki iç savaş sonucunda egemenliği Yahudi kabilelere kaptırarak zayıflayan, iki aşiretten oluşan Arap kabilesinin Muhammed ile egemenlik kurmak ve kurulan egemenlikte etkin rol almak üzerine temellendirilen bir ittifak yatar.

Muhammed, dini ve siyasi egemenlik kuramadığı Mekke’den iltica ettiği Medine’ye geçmesi ve düşünce sisteminde de şartların dayatması ile birlikte söylem ve siyasetinde değişime uğrar. Tıpkı ardılı olduğunu iddia ettiği eski Yahudi (rahip/kralları) peygamberleri gibi davranmak zorunda kalmıştır, daha doğrusu Medine’de birlikte yaşadığı (ilk yılda egemenliği paylaştığı) Yahudi toplumunun yapılanmasını kendi sistemine kopyalamıştır. Medine’deki tanrı, Mekke’deki yaradan ve esirgeyen tanrının aksine savaşçı ve intikam peşinde olan bir tanrıdır artık. Muhammed Medine’de kısmi bir siyasi yapılanma kurarken, döneminin çağdaş devlet yapılanmalarını değilde geleneksel Arap kabile yönetimini esas alan bir örgütlenmeye gitmiştir, bu nedenle İslam hukukunun temeli olan Kuran’da yer alan az sayıdaki amme hukuku maddesi ve içeriğide Arap kabile geleneklerini hala taşımaktadır. Mutlak egemen olarak Medine’deki kurduğu dinsel temelli yaşamında amacı olan Mekke’nin ve içindeki egemen gücün ele geçirilerek değiştirilmesi gayesinde, Muhammed asla bildiğimiz anlamda bir devlet kurmak gibi bir amaç gütmemiştir, çevresindeki egemen güçlerin liderlerini (o dönemde liderlerin dini aynı zamanda toplumunda dinidir)  peygamberi olduğu dine inanmaları için davet etmiş, gene bu yüzden ‘’ilahe illellah deyinceye kadar bu İnsanlarla savaşmam bana emredildi, bunu dedikleri zaman mallarını ve canlarını benden kurtarırlar’’ diyerek liderliğini yaptığı dini savaşlarla kitlelere kabul ettirmiştir. Bu ben merkezci yapılanmanın bir faydası elbette olmuştur, Muhammed’in ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra savaştığı kişinin ardıllarının kurduğu bir hanedanlıkta yeşeren antik Yunan felsefesi ve Pers amme hukukunun ihtiyaçlar dahilinde yorumlanlası ile günümüz İslam hukukunun temelleri atılmıştır.

Muhammedin kendisine merkez olarak şeçtiği Medine (eski adı Yesrib) öyle sanıldığı gibi Mekke’nin kötü bir kopyası değildir, Mekke’nin aksine Yahudi kabileleri Medine’de Beytü’l-Midras denilen bir kurumunda eğitim, öğretim ve yargı ile ilgili meselelerini çözmüşlerdir, kendilerine ait öğretmenleri ve eğitim verdikleri okulları vardır. Eski adı ile Yesrib ve Tihame’de egemen olan Yahudi kabileleri ‘’Merzuban’’ denilen kişiler tarafından yönetiliyor ve (çevredeki diğer Arap kabileleride dahil olmak üzere) haraç (vergi) topluyorlardı, Medine kendisini Pers egemenliğine bağlı olarak koruyordu, bu yüzden yerel Yahudi liderler dışında Kisra’yada haraç (vergi) veriyordu. Mali ve siyasi bağımlılık dışında bölgede yaşayan Arap kabileleri kendilerinden daha üstün bir uygarlık içinde yaşayan Yahudi’lerden etkilenerek kendi dinsel inançlarında değişime giderek tek tanrılı bir inancıda kabul etmişlerdir. Yahudi’liğe inanmayan politesit kabileler bile inançlarında Yahudi tek tanrı inancının izlerini taşır hale gelmişlerdir.

Muhammed Medine’de kabileye ait olma kavramından kurtulan ve belli bir ideoloji temelinde bir arada bulunma ihtiyacı duyan yeni topluma yeni kurallar koymak zorundadır artık. Önünde Yahudiler’den oluşan güzel bir örnek vardır, başlangıçta aşura günü tutulan oruçta yada zina suçunda recm etmede olduğu gibi bire bir olarak kopyalanan dini ve siyasi kurallar, ilk seneden sonra egemen güç haline gelen Müslüman’ların (artan eleştiriler karşısında) kendi yollarını çizme ihtiyacı duyması ile ‘’Yahudiler ne yapıyorsa bizde tersini yapalım’’ diyen bir Muhammed çizgisine kayar. İlk yıl Yahudiler ve onların Müttefikleri ile yapılan antlaşma (Medine antlaşması. Müslümanlar bu antlaşmayı tarihin ilk anayasası olarak görmektedir) sonucunda Muhammed Mekke’de arzuladığı egemenliğe kavuşmuştur. Buna mukabil Recm başta olmak üzere aile teşkilatı, evlenmenin şekil ve şartları, veraset ve kölelik ile kısasta, Yahûdî şeriatı neredeyse aynen alınmıştır.

Bütün bu yaşananları genel olarak toplayacak olursak; Muhammed İslam dinini ve hukukunu oluştururken esas olarak yerel inançları ve Yahudiliği temel alan bir yapılanmaya gitmiştir, hatta savaş ve ganimet tanrısal bir emir olarak kutsallaştırılıp hak haline gelirken, eski bir Arap kabile geleneği olan reisin ganimetten 5/1 pay alması kuralı bizzat tanrı emri olarak Kuran’da yer almış ve tanrı ile onun peygamberi Muhammed ganimet payının 5/1’ini alabilmiştir. Mevcut İslam hukukundaki amme kuralları Pers etkileşiminden ve beşeri ihtiyaçlara yönelik kurallarda antik Yunan felsefesinin yorumlanması ile sonradan ortaya çıkmıştır. Muhammed hiçbir zaman (bazı maddeler istisnadır) birden değişikliğe gitmemiş, bir olay sonucunda hakkında hüküm istenen vaka (*) için duruma ve karşısındakinin konumuna uygun olarak hükümler üretmiştir, aynı olay için farklı hükümler üretmesi sonucunda neredeyse bir biri ile tamamen çelişen hükümler İslam hukukunda yer almıştır. Hüküm beklentiye göre genelde Tanrısal bir emir olmakla (**) birlikte Muhammed’in söylediklerinin ve yaptıklarının tamamı Tanrının kontrolünde olduğu için (***) genel anlamda hükümleri Tanrısal olarak algılanmıştır, kendi beyanında ''Ben ancak bir İnsanım. Bana ihtilaflılar gelir. Bunlardan biri, diğerine göre daha ikna edici olur. Ben de ana göre hükmederim. Ben verdiğim bir hükümle bir kimseye hakikatte kardeşine ait bir şeyi verecek olsam, bu onun için ancak ateşten bir parçadır.’’ Diyerek durumu açıklar. Hiçbir olay olmadan da hükümler vermiştir, genelde toplumun ihtiyaç duyduğu ve beklentileri olduğu konulardır bunlarda. Yeni din olarak İslam Arap kabilelerine ihtiyaç duyduğu ceza hukukunu vermiştir, buna mukabil hiç hoşlanmadıkları dini bir vergiyi ve zekatı yasallaştırarak ve faizi yasaklayarak toplumuda yeni kurallara zorlayabilmiştir.

İslam hukukundan örneklerle açıklayacak olursak; özetle yasaklanmayan her şey serbesttir ve Kuran ile hadislerde olmayanı sormakta yasaklanmıştır, kadınların kendi istekleri ile soylu erkeklerlerden hamile kalmaları, çok erkekli yaşantı sürmeleri ve fuhuş gibi uygulamaları tamamen ortadan kaldırırken, erkeğin çok eşliliğine sadece sınırlama getirmişken özellikle kadın erkek ilişkisinine dair bir çok hükmüde aynen korumuştur. İçkiyi, kumarı vs. yasaklarken yada rakipleri olan Yahudi ve Kureyş kabilelerinin asli geçim kaynağı olan faizi yasaklayabilirken, kölelikte düzenlemeye giderek yasaklamamasıda dönemin ekonomik ve siyasi yapısı ile ilgili radikal kararlar alamadığının göstergesidir. Zaman zaman konulan hüküm yerine yenisi konulmuş, bazı getirilen hükümler ise kaldırılmıştır, recm gibi bazı hükümler ise yazılı olarak varlıklarını korurken Yahudi karşıtlığı döneminin başlaması ile yazılı olmaktan çıkarılmış ve sözlü geleneğin bir parçası olarak yaşamıştır.

İslam hukukunun esasını oluşturan ana unsur kısastır, Hamburabi kanunlarınında esas unsuru olan kısas en erken Sümer tabletlerinde karşımıza çıkar. İslam kısas uygulamasını bireysel öc alma yaptırımından çıkarıp (Bireysel öc almanın yasaklanması Roma Hukukuna MÖ 451-449 yıllarında çıkan 12 levha kanunu ile girmiştir.) amme hukuku içerisinde görmüş ve uygulamıştır, döneminin hemen hemen tüm kısas hükümlerinide korumuştur. Suçu kişisel bir unsur haline getirmiş ve döneminin aşiret sorumludur uygulamasını kaldırmıştır. Daha önce şehirli elit dışında uygulanmayan antlaşmaların ve diğer önemli olayların yazılı akde dönüştürülmeside emir haline getirilmiş, hatta borcun yazılması Tanrısal bir emirle (****)  zorunlu hale getirilerek Hamburabi kanunları tekrarlanabilmiştir. Yada eski dini ritüellerin yada bayramların yerini yenileri ile değiştirerek (aslında sadece adı ve tarihi değişmektedir burada) hükümler verilmiştir.

Elbette uygulama esas ve şekil itibari ile hep tanrısal emirler ve etkilenmeler neticesinde oluyormuş gibi görünsede aslında keyfiliğe işaret eden ‘’Hâmile kadınların çocuklarını emzirmelerini yasaklamak istedim, sonra Bizans ve İran kadınlarının bunu yaptıkları halde çocuklarına zarar vermediğini hatırlayarak yasaklamaktan vazgeçtim." tarzı açıklamalarda günümüze kadar gelebilmiştir. Bütün bu uygulamalar ve burada bahsedilmeyen tüm kurallar İslam hukukunda esas teşkil ederken, İlk dönem İslam hukuku fazla detaya ve ayrıntıya girememiş, döneminin ihtiyaçları kadar üretebilmiştir. Zamanla ortaya çıkan hukuksal ihtiyaçlar İslam hukukunda mezhepleri doğurmuş ve mezheplerle birlikte bölgesel bir hukuk anlayışı ortaya çıkmıştır. Muhammed getirdiği dinin eksiksiz ve tamam olduğunu düşünerek İslam hukukunun geleceğini gelişim yönünde kapamışsada, ondan yaklaşık 30 sene sonra iktidarına oturan azılı rakibinin çocukları vasıtası ile bir çok hadis uydurularak dönemin ve bölgenin sorunlarına yönelik hukuksal kararlar çıkarmak mümkün olabilmiştir. Bu uygulamalardan sonra İslam hukuku içerisinde uydurma kuralları bulup ayıklayacak bir disiplin oluşturulmuş ve sonucunda 9 ila 11. Yüzyıllar arasında İslam teorize edilerek günümüzdeki şeklini alırken ilk dönem İslami uygulamalarda uydurma olarak kayıt altına alınarak, dönemin rafine olmamış ve mevcut geleneklerle birlikte yaşayan (bizzat Muhammedinde uyduğu) kuralları ayıklanmıştır.

Kaynaklar:
1- Kuran (H.Yazır, Diyanet, E.Yüksel, A.Gölpınarlı, S. Ateş, S. Yıldırım, Y.N.Öztürk, M. Esed, Ö.N.Bilmen, C. Yıldırım tefsirleri)
2- Buhari ve Kutubu Sitte hadisleri
3- Bid’at Kavramının Doğduğu Ortam Prof. Dr. Abdulhakim Yüce (Tasavvuf Ve Bid’at)
4- Cahiliye döneminde Yesrib’in etnik yapısı, FÜSB dergisi sayı:1, cilt:15/319-346, Yaşar Çelikkol
5- Câhiliye’den İslâm’a Geçiş: Tebliğ ve Sosyal Akışkanlık, UÜİF Dergisi, Cilt:14, Sayı:1, Yard. Doç. Dr. Vejdi Bilgin
6- El-Ahkamü’s Sultaniye, Bedir Yayınları, Ebul Hasan Habip el-Maverdi, Tercüme: Prof.Dr. Ali Şafak, 1994
7- İslam Hukuku (Umumi Esaslar), Arı Sanat Yayınları, Prof.Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 2006
8- İslam Hukuku Tarihi, Arı Sanat Yayınları, Prof.Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 2006
9- Siyer, Muhammed İbn İshak, Editör; Prof.Dr. Muhammed Hamidullah, Çeviren; Sezai Özel, Akabe Yayınları, 1988
10- İslam Hukuk Felsefesi Açısından Medine Vesikası, CÜİF Dergisi, Cilt:4, Sayı:1, Mustafa Kelebek, 2000
11- İslam Hukuk Tarihi, İz yayıncılık, Hayreddin Karaman, 1989
12-İslam Hukuku ve Önceki Şeriatlar, Arı Sanat Yayınları, Doç.Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 2003
13-Eski İsrail Hukuku'nun Menşei, Hususiyetleri ve Babil Hukuku ile Münasebetleri, Hamide Topçuoğlu, AÜHF Dergisi, Cilt:5, Sayı: 1-4, 1948
14- Diyanet Yayınları, İslam Ansiklopedisi, 18. Cilt, Hukuk maddesi
15- Putlar kitabı (Kitap el-Asnam), İbn el-Kalbi, Roza Klinke-Rozenberger, Almanca-Arapça çeviri Beyza Düşüngen, AÜİF yayınları 1968
16- İslam Öncesi Dönemde Mekke İdari Sistemi ve Siyasetin Oluşumu, UÜİF Dergisi, Cilt:10, Sayı 1, Yard. Doç.Dr. Adem Apak, 2001
17- İslamiyet Öncesi Arap Folklorunun Kuran’daki Yeri, KSİÜ İlahiyat Fakültesi Yüksek Lisans Tezi, Fatih Duman, 2006
18- Hz. Peygamberin İslam Öncesi Seyahatleri, Prof.Dr. Muhammed Hamidullah, Çeviren; Abdullah Aydınlı (Melanges Hanri Laoust’un 1978 ‘’Les Voyages du Prophete Avant L’Islam’’ adlı eserinin tercümesidir.)
19- İslam Hukukunda Örf ve Adet, Ekev Yayınevi, Doç.Dr. Selahattin Kıyıcı, 2002
20- Hz.Peygamberin Kuran Dışında Hüküm Koyması, EÜİF Yüksek Lisans Tezi, Hüsayin Aksoy, 2002
21- Asrı Saadette Hırıstiyanlarla İlişkiler,  Dr. Nadir Özkuyumcu
22- Asrı Saadet, Mevlana Şibli, Çeviri:Ö.Rıza Doğrul, Sadeleştiren: O.Zeki Mollamehmetoğlu 1 ve 2. Cilt, 1978
23- Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Taberi, MEB yayınları, 2,3,4. Cilt, 1992
24- Dinler ve Mezhepler Tarihi, 1 ve 2. Cilt, Ebu’l Feth Muhammed B. Abdulkerim Şehristani
25- Büyük İslam Tarihi, İbn-i Kesir, Çağrı yayınları
26- İslam Medeniyetinde Putperestlik Döneminden Kalma İtikatlar, Edward Westermarck, Çev. Ş.Nazmi Coşkunlar, Marifet basımevi, 1938
27- İslam Öncesi Arap Toplumunda Eman Uygulaması, Büşra Sıdıka Kaya, SAÜ Yüksek lisans tezi, 2007

Notlar:
* Bu şekilde sual üzerine gelen âyetlerin sayısı İbn Abbas'a göre onüçtür. Bazı kaynaklarda bunların onyedi tane olduğu, ancak on kadarının fıkıh ile ilgili olduğu bildirilmektedir.
** "Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse onlar kâfirlerin, zâlimlerin ve fâsıkların ta kendisidir" (Mâide 44-45-47)
*** "O (yani Hazret- i Peygamber) kendi arzusuna göre konuşmaz. O'nun konuşması kendisine vahyedîlenden başkası değildir" (Necm: 3-4)
**** Bakara 282