İslami Hukuk Kurumunun Kökenleri ve Oluşum Sürecindeki
Etkenler
İslam öncesi Hicaz bölgesinde toplumsal mutabakat sağlanarak
hazırlanmış bir hukuk ve onu uygulayan bir kurum ile gelişmiş bir medeniyetten
söz edilemez. Her türlü hukuksal konular kabile /aşiret başkanı yada bir
tapınak kahinine danışılarak çözülmeye çalışılırdı. Kabile ve aşiret içi
anlaşmazlıklarda gelenekler ve reislerin hüküm vermesi yolu ile bir çözüm
üretilirdi. Bölge popülasyonu çoğunlukla kabilelerin göçer yada yarı göçer
yaşantısı içerisinde yaşadığı için yerleşik bir toplumun gerekesinimi olan
medeniyettende uzaktır, özellikle Yemen’de yaklaşık 9 yüzyıldır süren bir
medeniyet vardır, fakat 5. Yüzyıl ortası ile 6. Yüzyıl ortasında yaşanan
Habeşistan’la savaştan galip çıkan Habeşliler’le birlikte kısa bir süre devam
eden ve yıkımla sonuçlanan süreçte Yahudi ve Hıristiyan inancına sahip site
devletlerde yaşayan (nispeten medeni) bir toplum olmakla birlikte, Bizans ve
Pers İmparatorluklarının vassal devletleri olan Kuzey kabilelerin hakimiyet
alanları dışındaki bütün Arap Yarımadası neredeyse primatif bir yaşam
sergilemektedir. Bu şartlar altında kısas ve güçlü olanın tahakkümü en yaygın
rastlanan adalet yöntemidir. Özellikle
küçük ve zayıf aşiretler ile bölgeye dışarıdan gelen yabancılar, can ve mal
güvenliğini sağlayacak bir kurum ve yasa olmadığı için geleneksel yöntemle eman
ederek yani bir kişi yada kabilenin korumasına sığınarak varlıklarını
sürdürmüşlerdir.
Savaş ve kan davalarında problemin çözülmesi için sık sık
tanrılara hakemlik yüklenerek hukuksal sonuçlara ulaşılması, yada bireylerin
tanrıların himayesine girerek can ve mal güvenliğini sağlamasıda bölgenin eski
gelenekleri arasındadır. Uygulamada genellikle belli bir sayıdaki oklar
üzerinden sorulan soruya karşılık çekilen okun üzerindeki yorumun tanrının emri
olarak kabul görmesi sık rastlanan bir durumdur. Kahin tanrının sözcüsü olarak
günlük ihtiyaçlar dahil her türlü soruya yada anlaşmazlığa çözüm bulmakla
mükelleftir. Gelecekten haberler vermek vb. gibi hizmetlerin dışında kahinler
için en önemli görev toplumsal uzlaşma adına hukuksal kararlar vermektir, çoğunlukla
ihtilaflı kişilerin problemlerini çözerler, kahinlerin kararları tanrısal bir
emir oldukları için bağlayıcı olmakla birlikte, özellikle kan davaları gibi
kronik sorunlarda güçlü kabile üyelerince kabul görmeye bilmektedir.
Bütün bu geleneksel ve tanrısal primatif hukuk
uygulamalarının kökeninde Orta doğunun binlerce yıllık birikimi vardır. Özellikle
Hukuk ile şeriatın aynı şey olduğunu unutmamak lazımdır. Tapınaklarda
kullanılan fal oklarının kökeni Sümerlere kadar gider, Babil esaretinden
kurtulan Yahudilerin Monoteist bir dine doğru yaptıkları kültürel yolculukta’da
karşımıza çıkar fal okları yada kader tabletleri (Önceki dönemde Babil’de göğüs
üzerinde taşınan tılsım görevide gören tabletler, Musaya ait tanrısal emirlerin
yazılı olduğu tabletler vb.), Tevrat içerisindeki bir çok hikayede lokal
tanrıların savaşlarını yada fal okları ile kader tabletlerinin (İslam’da bu inanç
Levhi Mahfuz olarak devam etmiştir) varlıklarını görürüz. Kahin İbranice Kohen,
Aramca Kahen’le aynı anlamdadır, köken olarak aynı oldukları düşünülmekle
birlikte Kohen daha önce falcı anlamında kullanılmıştır, tanrının hizmetinde
rahip statüsünde olan kahinler, tanrısal esin ile konuşur ve fikir verirlerdi,
Arap politeist din inancında kahinlerin danıştıkları yada yardım aldıkları eski
yarı tanrılar olan cinlerede inanılırdı. Monoteist din içerisinde kahinliğin
yerini rahiplik almıştır.
Kanunların kabul görerek uygulanabilmesi için sadece egemen
gücün var olması yetmez bölge toplumları için, nasıl ki egemenlik tanrı
kökenliyse kanunlarda tanrı kökenli olmak zorundadır. M.Ö 21. Yy’da yazılmış
olan Hamburabi kanunlarının ön sözünde, içerisindeki hükümlerin Tanrı Marduk
tarafınan yazdırıldığı belirtilir, rahip kral Hamburabi’nin oteritesi ve
egemenliği tanrı tarafından onaylanmakla kalmaz aynı zamanda kutsanırda.
Geleneksel kuralların ilk defa örgütlü bir hukuksal metin haline getirildiği
Hamburabi döneminden sonra geliştirilen bu hukuk söylemi, zamanla Monoteist
dinlerin öncülü olan Yahudiliğin’de içerisine girmiş ve eski Tevrat
metinlerindeki bir çok konuda yer almıştır.
Orta Doğu’da o dönemde Arap yarımadasının kuzey doğusunda
Pers imparatorluğu ve kuzey batısında Doğu Roma imparatorluğu iki süper güç
olarak varlıklarını sürdürmektedir. Büyük Roma imparatorluğunun Kuzey Afrika
topraklarında ise yer yer Doğu Roma imparatorluğu hüküm sürmekle birlikte bir
çok bölge otonom yönetime sahiptir. Bu iki büyük İmparatorluk gelişmiş bir
medeniyet üzerinde hukuk sistemine ve kurumlarına sahip olarak yaşamaktadırlar.
Hukuksal sistemlerinin kökenleri Sümer’lere dayanmakla birlikte o dönemde, var
olan kuralları düzenleyen ana faktör hakim devlet dinleri ve geleneklerin
baskın şeklidir. Özellikle İslamiyet’ten önceki yüz yıl boyunca Hicaz bölgesi
değişen ticaret yollarının ortasında kalarak gelişmeye başlayınca, kültürel
egemenlik savaşlarınında merkezi olmuş ve Arap yarımadasının doğusu Pers’lerin
batısı ise Roma’lıların ticari ve siyasi/kültürel sömürgesi olmuştur. Bu
savaşların en önemli faktörlerinden biriside din olmuştur, bölge halkının
gelişmemiş kültürel yapısı nedeniyle ihraç edilen dinler sadece şehirlerde
(Aslında irice bir köy demek daha doğrudur) ve kıyı bölgelerinde kök salmıştır.
Bütün bu süreç içerisinde bu iki kültür ve din dışında medeniyet kurmuş ve
kendi hukuk sistemini uygulamış olan yeğane toplum Yahudiler olmuştur.
Yahudiler köle olarak götürüldükleri Babilde, kendi
kültürlerine adapte ettikleri Babil kültürüne paralel olarak bu yeni din ve siyasi
yaşam şeklinden başka Hamburabi’nin yazılı hale getirdiği ve M.Ö 3500 yılına
kadar geriye giden ve Arkeolojik verilerle doğrulanan bir geleneksel hukuk
sisteminide kendi yaşamlarına sokmuşlardır. Yahudi hukuku denildiğinde, Tevrat
ile onun açıklayıcısı durumundaki (İslamda var olan sünnet/hadis uygulaması
gibi) Talmud ve onların yüzyıllar boyu yapılmış şerhleri anlaşılmalıdır. Var olan hukuk kuralları
Zerdüşt, Yunan, Babil hukukları ile aynı yada büyük bir benzerlik gösterir. Yahudilik’te
olan bazı hukuk maddelerini ve öncesi ile sonrasını birlikte örneklemekte fayda
var;
1-Yabancı
köleler isterse bedelini ödeyerek kendisini satın alabilir, yakınları fidyesini
ödeyerek köleyi serbest bırakabilirler, bu da olmazsa jübile senesi (elli yıl
sonra) âzâdlanır (Levililer 25/47-54). İslamda jubile senesi üzerine kesin bir
hüküm bulunmamakla birlikte muhalif ve asimile olmayacak köleler dışında
kalanlar, sahibinin isteğine göre azad edilirken, Osmanlıda bu konu beyaz köleler için 7 ve
siyahi köleler için 9 yıl sonunda azad etme şeklinde tavsiye edilmiştir.
Bedelini ödeyerek kölenin özgür kalması kuralı Babil ve Hitit dönemine kadar
yazılı olarak geri gitmektedir.
2-Kölesini
dövüp, meselâ gözünü çıkaran veya dişini kıran kimse keffâret olarak onu
âzâdlayacaktır (Çıkış 21/26-27). Benzer uygulama İslamda da aynen yer almıştır.
Hamburabi kanunlarında özgür birisi köleye kalıcı hasar verirse bunun
karşılığında para öderdi, kalıcı hasarı bir başka köle yapmışsa kısas uygulanır
ve aynı hasar onada yapılırdı.
3-Anne
ve babaya iyi davranmak, onlara itaat etmek şarttır. Bir evlâd böyle
davranmazsa, anne-babası onu şehir dışında bir yere götürüp şehrin
ihtiyarlarına çocuklarının kötü ve âsi olduğunu, söz dinlemediğini, içkiye
mübtelâ olduğunu vs. söyler, şehrin bütün sakinleri onu recm ederek
(taşlayarak) öldürürler (Tesniye 21/18-21). İslâmda çocuk, anne ve babaya
itaatle mükelleftir. Ama bu mükellefiyeti yerine getirmeyenler için (nafaka
dışında) yaptırım öngörülmüş değildir. Aynı konuda Sümer tabletlerinde geçen
ifadelere göre çocuk anne ve babasına itaat etmek ve iyi davranmak zorundadır,
aksi durumda tanrılar tarafından lanetlenir ve toplum tarafından
cezalandırılır.
4-Ayrıca
kadınlar, kendilerine nikâh, düşen erkeklerden kaçacaklar ve güzelliklerini,
ziynetlerini onlardan saklayacaklardır (Tekvin 24/65; İşaya 3/16-24). Benzer
uygulama İslamda da vardır, özellikle hicap olayı ile birlikte bu saklanma
konusu tamamen kadının örtülmesi ile son bulmuştur.
5-Bir
adam babasının karısını almayacaktır (Tesniye 22/30; Levililer 18/8). Bir
kimse, annesi, kızı, torunu, gelini, kızkardeşi, kardeşinin kızı, halası,
teyzesi, yengesi (amcasının ve kardeşinin karısı), kayınvalidesi ile
evlenemediği gibi, bir kadını (baldızı) kızkardeşinin üzerine nikahlamak da
yasaktır. Kızkardeşiyle evlenenler öldürülmeyi hak eder (Levililer 18/6-18).
İslamda da yasaklar aynıdır, aksi durumlar zina olarak cezalandırılmaktadır.
6-Bir
erkek karısını zinayla suçlar, ancak şâhid tutamazsa bu takdirde kâhin
huzurunda lânetleşerek ayrılacaklardır
(Sayılar 5/11- 31). Lian denilen bu müessese İslâm hukukunda da vardır ve nesebin reddi yoludur. Aynı konu Sümer
hukukunda da benzer durumda tapınakta rahip ve tanrıların huzurunda
lanetleşerek ayrılacakları yönündedir, aynı tablette boşanma ve ayrılmaların
yazılı ve şahitlerle birlikte akid altına alınmış olması şartı vardır.
Hırıstiyanlıkta
hukuk, köken olarak ağırlıklı şekilde Roma hukukuna dayanmakla birlikte Yahudi
yada İslam hukukunda olduğu gibi Kutsal kitaplarında ve onu açıklayan
şerhlerinde detaylı yer almış değildir, daha çok kilise kökenli bir kanonik
hukuk söz konusudur, var olan hukuk kuralları Yahudi, Zerdüşt, Yunan, Babil
hukukları ile aynı yada büyük bir benzerlik gösterir. İslam tarihinde Hicazdaki
Hırıstiyan nufüs doğru ve geniş bir şekilde bahsedilmez, bazı siyer
kitaplarında fazla detaya girmeden bahsedilen bu geçmişin ardında, Muhammed’in
Mekke dönemi yaşamı içerisinde ve doğal olarak ilk dönem İslamın teorize
edilmesi ve oluşumunda oynadığı rolü silebilme gayreti yatar. Sanılanın aksine
Hırıstiyan inancı ve şeriatı, İslamı Medine dönemindeki Yahudilik inancı kadar
etkilemiştir.
Mekke’deki
Hırıstiyan nufüs siyasi olarak etkin bir güç olmamakla birlikte, yerleşik bir
görünüm sergilemektedir. Çevresindeki Hırıstiyan site devletleri ve sınır
komşuları olan Hırıstiyan devletleri ile sıkı ilişkide oldukları hatta dini ve
siyasi temsilcileri koruyup aralarına kabul ettikleri bilinen bir şeydir.
Hırıstiyan inancın Mekke’de görünen şeklinde en büyük payı Kabe içerisindeki
duvarlarında yer alan İncil kökenli resimler almaktadır, bu ikona ve resimlerin
haricinde Meryem ve İsa tasvirli heykelde kabe içerisinde yer almaktaydı,
Muhammed Mekke’yi fethedince İsa ve Meryem tasvirli 3 resim dışındaki bütün Hıristiyan
resimlerini ve heykellerini yok etmiştir. Çevredeki Necran gibi piskoposluk
merkezleri dışında Hırıstiyanlık adına Mekke için en büyük kazanım Varaka
b.Nevfel adlı, Muhammed’in ilk eşinin kuzeni/dayısı olan (aynı zamanda nikah
şahidi ve Muhammedin bu evliliğinin gerçekleşmesi için büyük çaba harcayan iki
kişiden birisi) ve eski ahit ile yeni ahiti (İncili) Arapçaya çeviren kişidir.
İslamın öncesinde gerek Muhammedin evinde gerekse kendi evinde sık sık Muhammed
ve eşi ile birlikte dini sohbetler yapan bu kişi, doğal olarakta Pre-İslam
düşüncesininde (Hırıstiyan olan) ilk mimarıdır. Muhammed’in Mekke yaşamındaki
savaştan uzak ve sadece dinsel çağrıya dayalı İsa benzeri yaşamının kökeninde
15 yıllık bu öğrenim süreci rol oynamıştır.
Bütün
bu özetle sayılan hukuk sistemlerinin Arap yarımadasındaki yansıması, sadece
belli başlı birkaç köy irisi şehirde yarı yerleşik yaşam süren tüccar/savaşçı
olan, bölgeye göre elit sınıfın etkilenmediğini düşünmek yanlış olur. İlk
belirtiler Muhammed’in zeki dedesinin Kuzey kabile ve ülkeleri ile yaptığı
ticari antlaşmalar neticesinde, kuzenleri olan diğer aşiretlerinde benzer
faaliyetlere girmesi ile hız kazanmıştır. Muhammed’in öncesinde ve çocukluğunda
kurulan bir takım siyasi örgütlenmeler temel olarak ticareti ve bölge
güvenliğini esas alsada merkezi bir devlet yapılanmasının bilinçli
arayışlarınında temellerini oluşturmuştur. Bütün bu etkileşim ve iç içe geçmiş
ilişkiler neticesinde bölge halkında (şehirli tüccar/savaşçılar) diğer
toplumlarda olduğu gibi bir devlet ve yaşam beklentisi ve arayışı oluşmuştur.
Bölgede yaşanan savaşlarda bunun göstergesidir, tıpkı Kureyş kabilesinin
Mekke’deki hac ticaretinden maksimum kazanç elde etmek için bir takım kuralları
dayatması gibi, yada çevredeki Bedevi kabilelerinin yağma ve fidye amaçlı
savaşları gibi etkenler, merkezi bir devlet ve hukuk arayışınında en büyük
etkenleri olarak bu savaşların büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Entelektüel
denilebilecek ve sayıları bir düzüneyi bulmayan belli bir kitlenin bu sürece
dinsel arayışıda dahil ettiğini biliyoruz.
İşte
bu şartlar altında Muhammed dinsel egemenliğine dayalı bir yapılanma kurma
aşamasında, dinsel önderlik öncesi yaşamındaki tüccar olarak yaptığı seyahatler
ve sonrasında dinsel önder olarak yaptığı seyahatler esnasında ilgi alanına yönelik
bilgi birikimine sahip olmuştur. Burada yarımadanın en büyük özelliği olan ve
ticaret ile dinsel hac ritüelini birleştiren bir sistemi bilmekte fayda vardır,
bölge halkı olan kabilelerin göç ve etki alanlarına göre, belli merkezlerde ve
yılın belli dönemlerinde kabileler bir araya gelir ve ticaret yaparlardı, bu
aynı zamanda hac için zorunlu bir tatildi. Muhammed bu seyahatleri esnasında
bölge halkının dinsel inaçları ve gelenekleri hakkında büyük bir bilgi
birikimine sahip olmuştur. Mekke’deki dinsel söylemlerinde daha çok inanca
yönelik konuları gündeme getirirken, Medine’de ise daha çok (devlet
egemenliğine dayalı bir liderliğe soyunurken) karşısına çıkan hukuki (ahkama
dair) konular için söylemler geliştirmiş ve ortaya koymuştur.
Muhammed’in
tüm yaşamı boyunca diğer geçmiş dinsel liderler gibi, içinde bulunduğu toplumu
bütün kurumları ve inançları ile birlikte kökünden değiştirmek gibi bir amacı
olmamıştır. İçinde bulunduğu siyasi ve dini elit tabakanın, toplumu kendi
yapısallığı içerisinde değiştirme gayretine oda aynen uymuştur, böylece
toplumlar sosyal yapılarını tehdit etmeyen yada tehdit olarak görülmeyen
değişiklikleri daha kolay kabullenebilmiştir. Muhammed (klasik şekilde) ‘’bozulmuş’’
bir dini yapıyı düzeltmeye gelmiş bir dini lider olarak, devrimci bir lider
gibi eskiyi yıkıp yerine yeni koymak yerine, ‘’kurucu peygamber’’ olarak mevcut
dini/siyasi sistemle çatışma içerisinde olmuştur, doğal olarakta yerel
egemenlerlede her alanda çatışma içerisinde yer almıştır. Bu nedenle İhvan-ı
Safa bu yaşanan süreci toplumun sosyal evriminde tanrısal zorunluluktan
kaynaklanan bir gereklilik olarak tanımlamıştır. Dihlevi ise bu tanımı dahada
belirgin olarak <peygamberler
gönderildikleri milletin sosyal yapısında ve kültüründe getirdikleri şeriata
uygun olan şeyleri kabul ederler. Eğer uygun olmayan bir durum söz konusu ise,
“onların alışageldikleri şeylerin dışına tamamen çıkılmaması, aksine onlara
yakın ve benzer durumlara ya da onlarca sâlih olarak bilinen zevata aitliği
bilinen davranış biçimlerine geçilmesi gerekir.”> şeklinde açar, gene
Dihlevi’ye göre ibadetler bile yepyeni uygulamalar değil, ya zaten mevcut olan
ya da onlara benzer olan uygulamalardır.
Muhammed
Mekke’deki inanca dayalı söylemlerinde de büyük oranda tek tanrılı
Hırıstiyanlık ve Yahudilikten farklı olarak, (bu bilgilere ilaveten) Mekke
kökenli Allah adlı tanrıyı tek tanrı olarak kabul etmesi ve kendi kabilesinin
köken olarak ilk tek tanrılı din kurucusu kabul edilen İbrahim ile akrabalık bağlantılı
söylemi ile ayrılmıştır. Söylemlerinde yerel inançların aslında daha önce
İbrahim ve onun soyundan gelen peygamberler tarafından ‘’Allah’ın’’ şeriatının
bozulmuş şekli olarak uygulandığını, doğrusunun bizzat Allah tarafından
kendisine bir melek aracılığıyle öğretildiğini belirtmiştir. Bu nedenle
değiştirilmesini yada kaldırılmasını istediği eski hukuk kuralları, adet ve
geleneklerin dışındaki bütün sistemin devamını sağlamıştır. Mekke’deki İslam
hukuku (Yaklaşık 13 yıllık bir süreçte Kuran’ın 3/1’ine yakını ortaya
çıkabilmiştir) ağırlıklı olarak dinsel inanç ve ahlak üzerine (Mekke’de ortaya
çıkan hukuk kuralları hem çok azdır hemde genel ve derinliği olmayan bir
karakter sergiler) yoğunlaşmıştır, küçük ve içinde bulunduğu toplumda etkin bir
güç oluşturmayan bu kitlenin inancı için öncelikli konu meşruiyetini ispatlama
çabası olmuştur. Meşruiyetin temelinide yerel inanç ve adetlerin yeniden
yorumlanarak, tek tanrılı dinlerle harmanlamasından oluşan ve ‘’yaratıcı
tanrı’’ eksenli dinsel yaşam şekli oluşturmuştur.
Muhammed’in
İslam öncesi Arap toplumunun bazı uygulamalarını red ederken bazılarını kabul
etmesi Mekke’de onu istediği şekilde yaygın bir dinin lideri yapamamıştır. İlk
başlarda gizli olarak ve sonrasında açıkça yaptığı yeni dine davet esnasında
toplum karşısında yepyeni bir imajla çıkmış birisini değil, aksine mevcut
inançları kısmen reformize eden bir kişi görmüştür. Günlük yaşamı dahil hiçbir
değişiklik göstermeden, tıpkı İsa gibi tanrının emirlerini açıklamak için
çalışmıştır. Muhammed’in istediği değişiklik ve önderi olduğu dine katılım için
Medine’ye siyasi ilticada bulunması ve İsa tarzı dinsel tebligden vaz geçerek
daha önceki Yahudi (rahip/kralları) peygamberleri gibi savaş ve etkin siyasi
taktikler izlemesi gerekmiştir. Bu zorunluluğun olabilmesi için ilk önce
kabilesinde lider olan amcasının ölmesi ve yerine daha hırslı ve zeki olan
kuzeninin geçmesi ile birlikte değişen siyasi şartların sonucunda, elit bir
kitlenin mevcut sistemden olan kazancını tehdit etmesi bir yana, yeni
egemenlerin legalitesini ve meşruiyetinide tehdit ediyor olması söz konusu
siyasi göçün en büyük nedenini hazırlamıştır. Siyasi ilticanın temelinde,
Medine’de yaşayan ve egemenlik iddialı kendi aralarındaki iç savaş sonucunda
egemenliği Yahudi kabilelere kaptırarak zayıflayan, iki aşiretten oluşan Arap
kabilesinin Muhammed ile egemenlik kurmak ve kurulan egemenlikte etkin rol
almak üzerine temellendirilen bir ittifak yatar.
Muhammed,
dini ve siyasi egemenlik kuramadığı Mekke’den iltica ettiği Medine’ye geçmesi ve
düşünce sisteminde de şartların dayatması ile birlikte söylem ve siyasetinde değişime
uğrar. Tıpkı ardılı olduğunu iddia ettiği eski Yahudi (rahip/kralları)
peygamberleri gibi davranmak zorunda kalmıştır, daha doğrusu Medine’de birlikte
yaşadığı (ilk yılda egemenliği paylaştığı) Yahudi toplumunun yapılanmasını
kendi sistemine kopyalamıştır. Medine’deki tanrı, Mekke’deki yaradan ve
esirgeyen tanrının aksine savaşçı ve intikam peşinde olan bir tanrıdır artık.
Muhammed Medine’de kısmi bir siyasi yapılanma kurarken, döneminin çağdaş devlet
yapılanmalarını değilde geleneksel Arap kabile yönetimini esas alan bir
örgütlenmeye gitmiştir, bu nedenle İslam hukukunun temeli olan Kuran’da yer
alan az sayıdaki amme hukuku maddesi ve içeriğide Arap kabile geleneklerini
hala taşımaktadır. Mutlak egemen olarak Medine’deki kurduğu dinsel temelli
yaşamında amacı olan Mekke’nin ve içindeki egemen gücün ele geçirilerek
değiştirilmesi gayesinde, Muhammed asla bildiğimiz anlamda bir devlet kurmak
gibi bir amaç gütmemiştir, çevresindeki egemen güçlerin liderlerini (o dönemde liderlerin
dini aynı zamanda toplumunda dinidir)
peygamberi olduğu dine inanmaları için davet etmiş, gene bu yüzden ‘’ilahe
illellah deyinceye kadar bu İnsanlarla savaşmam bana emredildi, bunu dedikleri
zaman mallarını ve canlarını benden kurtarırlar’’ diyerek liderliğini yaptığı dini
savaşlarla kitlelere kabul ettirmiştir. Bu ben merkezci yapılanmanın bir
faydası elbette olmuştur, Muhammed’in ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra
savaştığı kişinin ardıllarının kurduğu bir hanedanlıkta yeşeren antik Yunan
felsefesi ve Pers amme hukukunun ihtiyaçlar dahilinde yorumlanlası ile günümüz
İslam hukukunun temelleri atılmıştır.
Muhammedin
kendisine merkez olarak şeçtiği Medine (eski adı Yesrib) öyle sanıldığı gibi Mekke’nin
kötü bir kopyası değildir, Mekke’nin aksine Yahudi kabileleri Medine’de Beytü’l-Midras
denilen bir kurumunda eğitim, öğretim ve yargı ile ilgili meselelerini
çözmüşlerdir, kendilerine ait öğretmenleri ve eğitim verdikleri okulları vardır.
Eski adı ile Yesrib ve Tihame’de egemen olan Yahudi kabileleri ‘’Merzuban’’
denilen kişiler tarafından yönetiliyor ve (çevredeki diğer Arap kabileleride
dahil olmak üzere) haraç (vergi) topluyorlardı, Medine kendisini Pers
egemenliğine bağlı olarak koruyordu, bu yüzden yerel Yahudi liderler dışında
Kisra’yada haraç (vergi) veriyordu. Mali ve siyasi bağımlılık dışında bölgede
yaşayan Arap kabileleri kendilerinden daha üstün bir uygarlık içinde yaşayan
Yahudi’lerden etkilenerek kendi dinsel inançlarında değişime giderek tek
tanrılı bir inancıda kabul etmişlerdir. Yahudi’liğe inanmayan politesit
kabileler bile inançlarında Yahudi tek tanrı inancının izlerini taşır hale
gelmişlerdir.
Muhammed
Medine’de kabileye ait olma kavramından kurtulan ve belli bir ideoloji
temelinde bir arada bulunma ihtiyacı duyan yeni topluma yeni kurallar koymak
zorundadır artık. Önünde Yahudiler’den oluşan güzel bir örnek vardır,
başlangıçta aşura günü tutulan oruçta yada zina suçunda recm etmede olduğu gibi
bire bir olarak kopyalanan dini ve siyasi kurallar, ilk seneden sonra egemen
güç haline gelen Müslüman’ların (artan eleştiriler karşısında) kendi yollarını
çizme ihtiyacı duyması ile ‘’Yahudiler ne yapıyorsa bizde tersini yapalım’’
diyen bir Muhammed çizgisine kayar. İlk yıl Yahudiler ve onların Müttefikleri
ile yapılan antlaşma (Medine antlaşması. Müslümanlar bu antlaşmayı tarihin ilk
anayasası olarak görmektedir) sonucunda Muhammed Mekke’de arzuladığı egemenliğe
kavuşmuştur. Buna mukabil Recm başta olmak üzere aile teşkilatı, evlenmenin şekil ve şartları, veraset ve
kölelik ile kısasta, Yahûdî şeriatı neredeyse aynen alınmıştır.
Bütün
bu yaşananları genel olarak toplayacak olursak; Muhammed İslam dinini ve
hukukunu oluştururken esas olarak yerel inançları ve Yahudiliği temel alan bir
yapılanmaya gitmiştir, hatta savaş ve ganimet tanrısal bir emir olarak
kutsallaştırılıp hak haline gelirken, eski bir Arap kabile geleneği olan reisin
ganimetten 5/1 pay alması kuralı bizzat tanrı emri olarak Kuran’da yer almış ve
tanrı ile onun peygamberi Muhammed ganimet payının 5/1’ini alabilmiştir. Mevcut
İslam hukukundaki amme kuralları Pers etkileşiminden ve beşeri ihtiyaçlara
yönelik kurallarda antik Yunan felsefesinin yorumlanması ile sonradan ortaya
çıkmıştır. Muhammed hiçbir zaman (bazı maddeler istisnadır) birden değişikliğe
gitmemiş, bir olay sonucunda hakkında hüküm istenen vaka (*) için duruma ve
karşısındakinin konumuna uygun olarak hükümler üretmiştir, aynı olay için
farklı hükümler üretmesi sonucunda neredeyse bir biri ile tamamen çelişen
hükümler İslam hukukunda yer almıştır. Hüküm beklentiye göre genelde Tanrısal
bir emir olmakla (**) birlikte Muhammed’in söylediklerinin ve yaptıklarının
tamamı Tanrının kontrolünde olduğu için (***) genel anlamda hükümleri Tanrısal
olarak algılanmıştır, kendi beyanında ''Ben
ancak bir İnsanım. Bana ihtilaflılar gelir. Bunlardan biri, diğerine göre daha
ikna edici olur. Ben de ana göre hükmederim. Ben verdiğim bir hükümle bir
kimseye hakikatte kardeşine ait bir şeyi verecek olsam, bu onun için ancak
ateşten bir parçadır.’’ Diyerek durumu açıklar. Hiçbir olay olmadan da hükümler
vermiştir, genelde toplumun ihtiyaç duyduğu ve beklentileri olduğu konulardır
bunlarda. Yeni din olarak İslam Arap kabilelerine ihtiyaç duyduğu ceza hukukunu
vermiştir, buna mukabil hiç hoşlanmadıkları dini bir vergiyi ve zekatı
yasallaştırarak ve faizi yasaklayarak toplumuda yeni kurallara
zorlayabilmiştir.
İslam
hukukundan örneklerle açıklayacak olursak; özetle yasaklanmayan her şey serbesttir
ve Kuran ile hadislerde olmayanı sormakta yasaklanmıştır, kadınların kendi istekleri
ile soylu erkeklerlerden hamile kalmaları, çok erkekli yaşantı sürmeleri ve
fuhuş gibi uygulamaları tamamen ortadan kaldırırken, erkeğin çok eşliliğine
sadece sınırlama getirmişken özellikle kadın erkek ilişkisinine dair bir çok
hükmüde aynen korumuştur. İçkiyi, kumarı vs. yasaklarken yada rakipleri olan Yahudi
ve Kureyş kabilelerinin asli geçim kaynağı olan faizi yasaklayabilirken,
kölelikte düzenlemeye giderek yasaklamamasıda dönemin ekonomik ve siyasi yapısı
ile ilgili radikal kararlar alamadığının göstergesidir. Zaman zaman konulan
hüküm yerine yenisi konulmuş, bazı getirilen hükümler ise kaldırılmıştır, recm
gibi bazı hükümler ise yazılı olarak varlıklarını korurken Yahudi karşıtlığı
döneminin başlaması ile yazılı olmaktan çıkarılmış ve sözlü geleneğin bir
parçası olarak yaşamıştır.
İslam
hukukunun esasını oluşturan ana unsur kısastır, Hamburabi kanunlarınında esas
unsuru olan kısas en erken Sümer tabletlerinde karşımıza çıkar. İslam kısas
uygulamasını bireysel öc alma yaptırımından çıkarıp (Bireysel öc almanın yasaklanması Roma Hukukuna MÖ 451-449 yıllarında çıkan 12 levha kanunu ile girmiştir.) amme hukuku içerisinde
görmüş ve uygulamıştır, döneminin hemen hemen tüm kısas hükümlerinide
korumuştur. Suçu kişisel bir unsur haline getirmiş ve döneminin aşiret sorumludur
uygulamasını kaldırmıştır. Daha önce şehirli elit dışında uygulanmayan
antlaşmaların ve diğer önemli olayların yazılı akde dönüştürülmeside emir
haline getirilmiş, hatta borcun yazılması Tanrısal bir emirle (****) zorunlu hale getirilerek Hamburabi kanunları
tekrarlanabilmiştir. Yada eski dini ritüellerin yada bayramların yerini
yenileri ile değiştirerek (aslında sadece adı ve tarihi değişmektedir burada)
hükümler verilmiştir.
Elbette
uygulama esas ve şekil itibari ile hep tanrısal emirler ve etkilenmeler
neticesinde oluyormuş gibi görünsede aslında keyfiliğe işaret eden ‘’Hâmile kadınların çocuklarını
emzirmelerini yasaklamak istedim, sonra Bizans ve İran kadınlarının bunu
yaptıkları halde çocuklarına zarar vermediğini hatırlayarak yasaklamaktan
vazgeçtim." tarzı
açıklamalarda günümüze kadar gelebilmiştir. Bütün bu uygulamalar ve burada
bahsedilmeyen tüm kurallar İslam hukukunda esas teşkil ederken, İlk dönem İslam
hukuku fazla detaya ve ayrıntıya girememiş, döneminin ihtiyaçları kadar
üretebilmiştir. Zamanla ortaya çıkan hukuksal ihtiyaçlar İslam hukukunda
mezhepleri doğurmuş ve mezheplerle birlikte bölgesel bir hukuk anlayışı ortaya
çıkmıştır. Muhammed getirdiği dinin eksiksiz ve tamam olduğunu düşünerek İslam
hukukunun geleceğini gelişim yönünde kapamışsada, ondan yaklaşık 30 sene sonra
iktidarına oturan azılı rakibinin çocukları vasıtası ile bir çok hadis
uydurularak dönemin ve bölgenin sorunlarına yönelik hukuksal kararlar çıkarmak
mümkün olabilmiştir. Bu uygulamalardan sonra İslam hukuku içerisinde uydurma
kuralları bulup ayıklayacak bir disiplin oluşturulmuş ve sonucunda 9 ila 11. Yüzyıllar
arasında İslam teorize edilerek günümüzdeki şeklini alırken ilk dönem İslami
uygulamalarda uydurma olarak kayıt altına alınarak, dönemin rafine olmamış ve
mevcut geleneklerle birlikte yaşayan (bizzat Muhammedinde uyduğu) kuralları
ayıklanmıştır.
Kaynaklar:
1- Kuran
(H.Yazır, Diyanet, E.Yüksel, A.Gölpınarlı, S. Ateş, S. Yıldırım, Y.N.Öztürk, M.
Esed, Ö.N.Bilmen, C. Yıldırım tefsirleri)
2- Buhari ve Kutubu Sitte hadisleri
3- Bid’at
Kavramının Doğduğu Ortam Prof. Dr. Abdulhakim Yüce (Tasavvuf
Ve Bid’at)
4- Cahiliye döneminde Yesrib’in etnik yapısı, FÜSB
dergisi sayı:1, cilt:15/319-346, Yaşar Çelikkol
5- Câhiliye’den İslâm’a Geçiş: Tebliğ ve Sosyal
Akışkanlık, UÜİF Dergisi,
Cilt:14, Sayı:1, Yard. Doç. Dr. Vejdi Bilgin
6- El-Ahkamü’s Sultaniye, Bedir Yayınları, Ebul
Hasan Habip el-Maverdi, Tercüme: Prof.Dr. Ali Şafak, 1994
7- İslam Hukuku (Umumi Esaslar), Arı Sanat
Yayınları, Prof.Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 2006
8- İslam Hukuku Tarihi, Arı Sanat Yayınları,
Prof.Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 2006
9- Siyer, Muhammed İbn İshak, Editör; Prof.Dr.
Muhammed Hamidullah, Çeviren; Sezai Özel, Akabe Yayınları, 1988
10- İslam Hukuk Felsefesi Açısından Medine Vesikası,
CÜİF Dergisi, Cilt:4, Sayı:1, Mustafa Kelebek, 2000
11- İslam Hukuk Tarihi, İz yayıncılık, Hayreddin
Karaman, 1989
12-İslam Hukuku ve Önceki Şeriatlar, Arı Sanat
Yayınları, Doç.Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 2003
13-Eski
İsrail Hukuku'nun Menşei, Hususiyetleri ve Babil Hukuku ile Münasebetleri, Hamide
Topçuoğlu, AÜHF Dergisi, Cilt:5, Sayı: 1-4, 1948
14- Diyanet Yayınları, İslam Ansiklopedisi,
18. Cilt, Hukuk maddesi
15- Putlar kitabı
(Kitap el-Asnam), İbn el-Kalbi, Roza Klinke-Rozenberger, Almanca-Arapça çeviri
Beyza Düşüngen, AÜİF yayınları 1968
16-
İslam Öncesi Dönemde Mekke İdari Sistemi ve Siyasetin Oluşumu, UÜİF Dergisi, Cilt:10, Sayı 1, Yard. Doç.Dr.
Adem Apak, 2001
17- İslamiyet
Öncesi Arap Folklorunun Kuran’daki Yeri, KSİÜ İlahiyat Fakültesi Yüksek Lisans
Tezi, Fatih Duman, 2006
18- Hz.
Peygamberin İslam Öncesi Seyahatleri, Prof.Dr. Muhammed Hamidullah, Çeviren;
Abdullah Aydınlı (Melanges Hanri Laoust’un 1978 ‘’Les Voyages du Prophete Avant
L’Islam’’ adlı eserinin tercümesidir.)
19- İslam Hukukunda Örf ve Adet, Ekev Yayınevi,
Doç.Dr. Selahattin Kıyıcı, 2002
20- Hz.Peygamberin Kuran Dışında Hüküm Koyması, EÜİF
Yüksek Lisans Tezi, Hüsayin Aksoy, 2002
21- Asrı Saadette Hırıstiyanlarla İlişkiler, Dr. Nadir Özkuyumcu
22- Asrı Saadet, Mevlana Şibli, Çeviri:Ö.Rıza Doğrul,
Sadeleştiren: O.Zeki Mollamehmetoğlu 1 ve 2. Cilt, 1978
23- Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Taberi, MEB
yayınları, 2,3,4. Cilt, 1992
24- Dinler
ve Mezhepler Tarihi, 1 ve 2. Cilt, Ebu’l Feth Muhammed B. Abdulkerim Şehristani
25- Büyük İslam Tarihi, İbn-i Kesir, Çağrı yayınları
26- İslam
Medeniyetinde Putperestlik Döneminden Kalma İtikatlar, Edward Westermarck, Çev.
Ş.Nazmi Coşkunlar, Marifet basımevi, 1938
27- İslam Öncesi Arap Toplumunda Eman Uygulaması,
Büşra Sıdıka Kaya, SAÜ Yüksek lisans tezi, 2007
Notlar:
* Bu şekilde sual üzerine gelen âyetlerin sayısı İbn
Abbas'a göre onüçtür. Bazı kaynaklarda bunların onyedi tane olduğu, ancak on
kadarının fıkıh ile ilgili olduğu bildirilmektedir.
** "Kim
Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse onlar kâfirlerin, zâlimlerin ve
fâsıkların ta kendisidir" (Mâide 44-45-47)
*** "O
(yani Hazret- i Peygamber) kendi arzusuna göre konuşmaz. O'nun konuşması
kendisine vahyedîlenden başkası değildir" (Necm: 3-4)
****
Bakara 282